29 Mart 2009 Pazar

muhsin bey

Bu hafta sizlere Brahms’çı mısınız, yoksa Wagner’ci mi” diye soracaktım.
Klâsik müzik dünyasının biraz magazin kokan, ama daha çok “doğurgan rekabet”i niteliğindeki bir sessiz kavganın üzerine söyleşecek, neredeyse Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki ezeli rekabeti 1900’lü yıllarda yaşayan bu iki dev besteci arasındaki rekabetin, ezeli olduğu kadar “”doğurganlığı”ndan yola çıkarak, ekonomide, siyasette kullanılabilir model olup olmadığı üzerinde duracaktık.

Kısmet olmadı.
Kimyamızı bozan helikopter kazası, buna fırsat vermedi.

Muhsin Yazıcıoğlu üzerine, vefatının ardından söylenen ve hepsi de güzel ve iyi olan beyanların ortalığa döküldüğü bu anda, biraz bu saptamaların değerlendirilmesi, biraz da kimyamızın bozulması konusunda bir şeyler söylemenin zamanı mıdır, emin değiliz.
Ama gündem canavarı Türkiye’de, elin çabuk tutulmaması halinde neler olabileceğini bilenlerdeniz ne yazık ki…

Muhsin Bey, 80 öncesinin hızlı abilerinden… O toz duman arasında kendince bir yerde saf tutmuş ve inandığını gerçekleştirmeye çalışmış bir insan.

Sıra bedel ödemeye gelince, Muhsin Bey de bundan nasibini alanlardan. Büyük kısmı tek başına bir hücrede olmak üzere, yedibuçuk yılını özgürlüğünden yoksun olarak geçirdi.

Mahpusluğun önemli bir okul olduğunun en güzel örneklerinden biri O. Mahpusluğunun ardından, değerler sisteminde daha olumluya doğru önemli bir evrilme yaşamış. Ardından farklı bir siyaset kulvarında bu evrilmenin gerçekleşmesi idealinde, neredeyse tek başına mücadele…

Buraya kadar olanlar bildik şeyler.
Bizce Muhsin Yazıcıoğlu’nu, Muhsin Yazıcıoğlu yapan, “28 Şubat”tır.
Saçma sapan, halka rağmen gerçekleştirilen bu postallı post olaydaki duruşu ile tarihteki onurlu yerini sağlamlaştırdı Muhsin Bey.

Yaşamı boyunca tüm mücadelesinin odağına devleti oturtan, devleti için bir şeyler yaptığına inanan, devletini önceleyen Muhsin Bey’in, 28 Şubat’ta haklının yanındaki tavrının bir çelişki olduğu ileri sürülebilir mi?
Asla!
O, bu duruşu ile “devletin, insan için” olduğuna olan inancını ortaya koydu. O duruşta; insan hakları ayaklar altına alınan milyonlar için verilen mücadele vardı.

O duruşta önemli bir şey daha yaptı Muhsin Bey; devletin içinde 1800’lü yıllardan bu yana var olan, neredeyse kurumsallaşan “halka rağmen”ci yapılanmanın daha da ileri gitmesine, bu ülkenin sahibi olmasına isyan etti.
Ve açıkçası, bugün ortalığa dökülen, iddianamelere konu olan o yapılanmanın önünün kesilmesinde önemli bir kırılma noktası oluşturdu.
Sadece bu katkısı nedeniyle bile Muhsin Bey için güzel sözler söylenmesi gereklidir.

Başka yok mu?
Elbette var.
Cep telefon numarasını diğer bütün siyasilerin aksine herkese veren ve daha önemlisi cep telefonunu çevirdiğinizde koruması, özel kalemi, falan filanı yerine kendisi açan, kendisi ile görüşmek isteyen herkesi kabul eden, zora koşmayan, görüşen ve elinden geliyorsa, yardım etmeye gayret eden biriydi.

Bir avuç insanla, siyaset galibiyetinin anlaşıldığı tek görünür yer olan seçimleri kaybedeceği neredeyse kesin olan siyasi hareketi yürüttü yıllarca.
Öyle ki, 22 Temmuz seçimleri arefesinde seçim kazanımı isteğinde olan ve bunun olmayacağını bilen ve dolayısıyla partiyi kapatmayı düşünenlerin dahi önünü kesmiş, açıkçası doğruyu söylemenin sadece seçim kazanmış olmakla ortaya konmayacağını ilân etmiş biridir.
Ve yaşamı boyunca tüm mücadelesinin odağına “devlet”i oturtan bu insanın, yine devletin yardımıyla canından olması, tarihteki dramatik ölümler listesinin üst sıralarında yer alacak.
Altı üstü otuz kilometre karelik bir dağın eteğini binlerce görevlisi ile el ele tutuşup saramayan, bu halde zirveye çıkıp belki de o anda yaralı halde bulunan altı insanını bulamayan bir devlet aygıtı var karşımızda.
Ya da, ülkenin olanaklarını oraya yığarak, birkaç tane dağı traşlayıp yok edemeyen bir aygıt!...
Uymadıysa daha basitini söyleyelim; uydular, tarama ve dinleme teknolojisi, kameralar, şu-bu gibi varolduğu bilinen olanakları zamanında, doğru ve organize bir şekilde kullanamayan bir yapı…

Sahi, “zamanında” demişken…
Kazadan bir saat sonra “Muhsin Bey bulundu, hastanede, sadece ayağı kırık, durumu iyidir” diye kendi örgütünün üst düzey yöneticilerine bu açıklamayı yaptıran kimdir?
Bu açıklama üzerine kazadan hemen sonra o çok değerli birkaç saatin, “nasılsa bulundu” gevşekliği içinde heba edilmiş olması mümkün müdür?

Ve hülâsa, şimdi sormak gerekmez mi; “oraya düşen, Muhsin Bey’in içinde olduğu helikopter yerine, kötü amaçlarla ülkemize girmiş bir düşman unsuru olsaydı, ne yapacaktık?” diye…

Bu dramatik ölüm, hepimizin kimyasını bozdu.
Akla takılan bu soruların oluşturduğu şüpheler, Muhsin Bey’in önceki kazaları ile birleşti.
Bu şüpheler, 28 Şubat sürecindeki Muhsin Bey portresi ile şekillendi ve en azından doğal olarak gerçekleşen bir kazadan, birilerinin murad ettiği sonucun alınması sağlanmış olduğuna dair kanaatler zihinlere yerleşti.

Komplolar falan bir yana.
Şimdilerde şu belli ki,
bu topraklarda yaşayan herkesin zihninde, halkın gözünde, bu olayla ölen devlet aygıtı için bir taziye defteri açılmıştır.
Halk bir yandan bu taziye defterini yazacak, ama diğer yandan belki de tarihi bir duruş ortaya koyacaktır.

Nasıl mı?
Birkaç gündür görüştüğümüz bir çok dostun yerel seçimlerdeki pusula kalabalığını doğru bir şey için kullanacağını biliyoruz.
Yani hangi siyasi görüş sahibi olursa olsun, yerel seçimlerdeki pusulalardan biri, Muhsin Bey’e olan vefanın ortaya konması ve dahası devlet aygıtını şimdi kullanma hakkına sahip olan iktidara olan tepkinin gösterilmesi için kullanılacaktır yönünde bir tespit sahibiyiz.

Umalım ki, devlet aygıtının başındakiler samimiyet sınavından sınıfta kalmamak adına, bu dramatik olayla ilgili ölüm saatini belli eden otopsi raporu başta olmak üzere tüm süreci derinlemesine araştırıp kamuoyu ile paylaşır.

Biz de bu açıklamanın yapılıp yapılmayacağını beklerken, bir yandan Muhsin Bey ve kazada yaşamını yitirenler için dua edecek, diğer yandan saflığı, samimiyeti, nezaketi, yardımseverliği, içtenliği, onurlu olmayı anlatan Yavuz Turgul’un Muhsin Bey filmini izleyecek ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu anacağız.

15 Mart 2009 Pazar

seçim sonuçlarını açıklıyoruz

Yanılmıyorsak fıkra şöyleydi; Sovyetler Birliği döneminde iki Rus sohbet ediyormuş. Biri; “duydun mu, seçim sonuçları çalınmış” demiş. Diğeri; “desene yandık, seçimler tekrarlanacak” diye cevaplamış. Öteki; “yok yok” demiş; “buna gerek yok, çalınanlar gelecek seçimin sonuçlarıymış.”

Önümüzdeki yerel seçimler de, yukarıdaki fıkraya benzer şekilde, adrese teslim bir seçim olacak. Seçimin sonuçlarını kestirebilmek için fal bakmaya gerek yok. Son gelişmeleri tek bir fotoğraf halinde görebilirsek, seçimden kimin ne kadar oy alacağını tahmin etmek oldukça kolay.

Bakalım puzzle’ımızda neler var?

Türkiye küçülüyor, yoksullaşıyoruz.Bütün dünyayı kasıp kavuran bir ekonomik kriz yaşanıyor. Kriz öyle derin ki, geçtiğimiz
yazılarda vurgulamaya çalıştığımız gibi, dünya düzenini değiştirecek cinsten.

Bu durumun ülkemizi etkilememesi mümkün değil. Zaten son dört-beş aylık tüm göstergeler ülkemizde de, krizin buram buram yaşandığını gösteriyor.

Bu noktada temel referans alacağımız gösterge, ülkemiz ekonomisinin hızla küçüldüğünü gösteren rakamlar. Nüfusu her yıl artan bir ülkenin, gelişebilmesi için nüfus artış hızından daha fazla ekonomik büyümeyi gerçekleştirmesi gerekirken, küçülüyor olması; bu coğrafyada yaşayanlar için sağlık, eğitim gibi duyarlı hizmetlere erişmede yoksunluk, işsizlik, yoksulluk ve mutsuzluk anlamına geliyor.

Halkı kendi yönetiminde iken yoksullaşan, arkadan gelen gençlerine eğitim ve iş olanakları sağlayamayan bir siyasi iktidarın seçimlerden galip çıkması mümkün müdür?
Tarih böyle bir kayda sahip değil. Kendi yönetiminde iken, halkı mutsuzlaşmaya başlayan iktidarın -ister kendi beceriksizliği ve kötü yönetiminden kaynaklansın, isterse kendi kusuru olmasın- ilk seçimleri oy kaybetmeden tamamlaması ve hatta yönetimden uzaklaşmasını gerektirecek durumun ortaya çıkmaması mümkün değil.

Yani puzzle’ın ilk parçası hazır; yerel seçimlerde mevcut siyasi iktidarın bu koşullarda, iktidarının sorgulanmasına yol açacak denli büyük oy kaybına uğraması gerekiyor.

Ortadoğu ve Yerel SeçimlerPuzlle’ın ilk parçası, siyasi iktidarın önümüzdeki yerel seçimlerde yüzde kırk yedi oranından hayli uzakta bir oy alacağına işaret etse de, önümüzdeki yerel seçimlerdeki oy dağılımını belirleyecek unsur bu değil.

Her şeyden önce şunu açık yüreklilikle kabul etmek gerekir ki, tüm seçim sonuçları dünya dengeleri, daha doğrusu dünyanın gidişatını belirleyenlerin tercihleri ile uyumlu olmak durumunda. En iyimser yaklaşımla iletişim ve küreselleşmenin geldiği bu noktada, oy kullanacak seçmenin iradesine etki etmek hiç de zor değil.

Bu kabulden yola çıkarak dünya dengeleri bakımından değerlendirdiğimizde, mevcut siyasi iktidarın tek başına devamının dengeleri belirleyenlerce tercih edildiğini görmek mümkün. Özellikle bugüne kadar yandaş siyasi iktidarlar, darbeler, para ve savaşla Ortadoğu’da arzu ettiğini bulamayan ABD. bakımından, bu coğrafyada “Osmanlı’nın Torunu” edası ile iş tutmaya çalışan Davos kahramanlığının, tercihe şayan olduğu açık.

Aslı astarının, hatta gerçekten varolup olmadığından bile pek emin olamadığımız Büyük Ortadoğu Projesi eğer varit ise, bu projenin realizasyonu için ya da en azından ABD. politikaları ile uyumlu bir Ortadoğu’nun oluşturulması için bu coğrafyada yaşayan halkın gönlünde, korku ile karışık derin bir saygı ile yer alan “Osmanlı’nın Torunu”nun çok iş göreceği, ABD. bakımından maliyetleri azaltacağı açıktır.

Bu durumda mevcut iktidarın devamı için yerel seçimlerde yüzde kırktan az oy almaması gerekiyorsa, bu sonucun sağlanmasına yönelik her türlü tedbirin alınması, bu tercih sahiplerince işten bile değil.
Ne yapılır; seçime iki hafta kala doların fiyatı önce şöyle bir zıplatılır, millette bir panik oluşturulur, ardından “IMF., Türkiye’nin koşullarını kabul etti” haberi ile Türk halkına; “helâl olsun Tayyip’e, Davos’tan sonra, IMF. ye de postasını koydu” dedirtilir, tabi bu durumu desteklemesi için doların fiyatı yine hızla aşağı çekilir, bu arada birilerine “erken seçim kapıda” dedirtirlir, böylece halkın “aman, erken seçim bu krizde bizi mahveder” diye düşünmesi sağlanır, falan filan…

Puzzle’ın ikinci parçası, ilkinin aksine mevcut siyasi iktidarın yerel seçimler, iktidarının sorgulanmasını gerektirmeyecek bir oy kaybı ile bitireceğini gösteriyor.

Puzzle’ın diğer küçük parçaları da bu tezi doğruluyor; şimdiki iktidarın en büyük şansı, muhalefet adına karşısında şimdiki ana muhalefet partisinin olması. Bu ana muhalefet partisi ile rakip olarak seçime girip kazanmamak neredeyse imkânsız…

Ve nihayet, ekonomik krizin oluşturduğu kaos ortamında, tozdan, dumandan göz gözü görmüyorken, ekonomik kriz sürecinde aklı başında hiçbir yaklaşım getiremeyen diğer siyasi partilerin ortaya çıkması mümkün değil. Vatandaş bu kaosta ne olduğunu bilmediği, hangi çözüm paketi ile ekonomik kaosu alt edeceğini göremediği yeni bir siyasi parti ile dans etmek yerine, mevcut siyasi iktidar ile son tangosunu yapmayı tercih edecektir.

Her ne kadar yerel seçimler merkezi iktidarı belirlemez diye birileri masal anlatsa da, mevcut siyasi iktidarın yerel seçimlerden yüzde kırkın altında bir oy alması halinde, iktidarının meşruluğunun tartışmaya açılacağı, erken seçim söylemlerinin gündeme geleceği açıktır.

Eh bu kadar kenardan dolaşmak yeter.
Seçim yasakları başlamadan seçim sonuçlarını açıklayalım istedik; göreceksiniz bu yerel seçimlerde mevcut siyasi iktidar en az yüzde kırk oy alacaktır.
Var mısınız iddiasına?..

8 Mart 2009 Pazar

dehşetengiz bir feda hamlesi...

Geçtiğimiz günlerde, küresel ekonomik krizin seyrinde ilginç gelişmeler yaşandı. Başta Macaristan ulusal parası Forint olmak üzere birçok Doğu Avrupa ülkesinin para birimleri, Amerikan Dolarına karşı büyük değer kaybına uğradı. Öyle ki, bazı Doğu Avrupa para birimlerindeki değer kaybı iki katına çıkmış durumda.

Öte yandan bu ülkelerdeki finans sektörü de kırmızı alarm veriyor. Bankaların verdikleri kredilerdeki geri dönmeme oranı yüzde otuzlara dayandı.

Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğu aynı zamanda Avrupa Birliği üyesi.
Dolayısıyla bu ülkelerde yaşananlar, Avrupa Birliği’ni yakından ilgilendiriyor. Dahası kırmızı alarm veren Doğu Avrupa bankacılığının, Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerindeki bankaları tarafından finanse edildiği, Doğu Avrupa bankalarındaki mevcut kredi riskinin yüzde altmış sekizinin Batı Avrupa Bankalarına ait olduğu gerçeği, bu durumun “yakından ilgilendirme”nin ötesinde, Avrupa Birliği’nin varlığı ve sürdürülebilirliği konusunu ister istemez tartışmaya açıyor.

Bu tartışmayı yaparken, geçtiğimiz hafta yapılan AB. liderler toplantısında, birlik üyesi Doğu Avrupa ülkelerindeki finans sisteminin çöküşünü engellemek için gerekli olan yüz altmış milyar Euro’luk talebin üstünkörü görüşülerek, olumsuz yanıtlanmasına ilişkin gelişmeyi dikkate almakta yarar var.

Liderler yüz altmış milyar Euro’luk yardım paketini red ederken, acaba neyi düşündüler?
Büyük olasılıkla yaşanan büyük kriz ortamında verilecek bu yeni kaynağın yarar getirmeyeceği ve paranın Doğu Avrupa finans sisteminde batacağını hesapladılar.
Bu kararla sallantıda olan Doğu Avrupa finans sisteminin ipini çeken liderlerin aslında Avrupa Birliği’nin geleceği ile ilgili önemli bir tercihte bulundukları ve kendilerinin de bunun farkında olmamaları mümkün müdür?
En azından bu kararın, Avrupa Birliği’nin Doğu kanadının feda edilmesi anlamına geldiği hesaplanmamış mıdır?
Liderlerin hesabı; Doğu’nun feda edilerek, Birliğin kalanının kurtulması mıdır?

Avrupa Birliği’ne ilişkin bu yazımız kapsamı dışında okunması dileği ile;
-AB. nin “ortak” ve “açık” pazar anlayışını önceleyen, bir miktar Keynesçi politikalardan etkilenmiş sosyal demokrat yaklaşımın bir projesi olduğunu,
-Zamanla bu sosyal demokrat politik yapılanmanın yerini neo-liberal yaklaşımların aldığını,
-“Aydınlanma”nın ilk çocuğu “liberalizm”, ikinci çocuğu “sosyalizm”in ardından bizim son çocuk olarak bildiğimiz “kapitalizm”in de, yaşanan krizle birlikte tarihe gömüldüğüne ve ortalarda dördüncü çocuk olduğunu iddia eden "faşizm" isminde bir veletin dolaştığına işaret etmekte yarar var.

Yazımızın kapsamına dönersek, “kriz okumaları” konsepti ile üç haftadır
yazdıklarımızda sorular sorduk. Sorulara devam ediyoruz; Avrupa Birliği’nde son perde mi başladı?

2 Mart 2009 Pazartesi

sosyalizm geri gelecek

Bu iddia bana ait değil.
Küresel ekonomik krizin bir türlü sona erdirilememesi ve bu süreçte ağırlıklı olarak finans şirketleri ve bankalara, “mali yardım” adı altında el konulmasını, bir tür devletleştirme olarak yorumlayan düşünce sahiplerinin tezi böyle.

Yazılarında;
“yaşanan ekonomik krizin mevcut dünya düzeninin bir başkası ile el değiştirmesi veya dönüştürülmesi sürecinin ilk kırılma noktası” olarak gören ve “yerle bir olan ekonomi mimarisi yerine yeni bir üretim yöntemi, paylaşım modeli, kısacası ekonomi mimarisi inşa edileceği “savındaki biri olarak, sosyalizmin yeniden neşvünema bulacağı iddiasına kayıtsız kalmak mümkün değil.

Öyle ya;
-yaşanan olağanüstü bir süreç ise,
-bu olağanüstü süreçte var olan tüm ekonomi mimarisi yerle bir oluyor ise,
-bu süreci kendi kanalında durdurmak, onarmak, geri çevirmek falan mümkün olamıyorsa,
-her şeyden önemlisi başta finans şirketleri ve bankalar olmak üzere zarar eden bir çok firmaya devlet hazinelerinden çeşitli adlar altında kaynak sağlanıyor ve karşılığında düpedüz o şirkete kamu ortak oluyorsa, yani -bildiğimiz lisanda diyelim- devletleştirme süreci söz konusu ise, tarihte hak ettiği yeri alamamış Gorbaçov ve Berlin Duvarı ile simgeleşen sosyalizmin bitişini tekrardan gözden geçirmekte ve “sosyalizm geri gelecek” tezini dikkate almakta yarar olabilir.

Lenin, Stalin, Varşova Paktı derken bir yüzyılı kapitalizm-sosyalizm çekişmesi ile geçiren insanlık, sosyalizmin bitişini pek de hakkını veremeden yaşadı. Doğu Bloku ülkelerinde Polonya ile başlayan “sosyalizmden kaçış” süreci ile dünyada ağırlıklı olarak uygulanan tek ekonomi modeli kaldı; liberal kapitalist ekonomik model.

Şimdi bunun sonuna gelindi ise, yeniden sosyalizmi ve giderek komünizmi, üstelik geçmiş bir yüzyıllık deneyimi de ilave bir kazanım olarak görerek, yeniden denemek ister mi insanlık?

Pratize edilmiş halini esas almak kaydıyla sosyalist yönetim biçiminin insan fıtratına aykırı olduğuna olan inanç ve değerlendirmemiz nedeniyle bu “yeniden denemenin” olmayacağı, en azından deneme yapılsa bile denenecek olanın sosyalist yönetim biçimi değil, farklılaştırılmış, karma yani mutant bir yönetim biçimi olacağı düşüncesindeyiz.

İnsanlık yeni üretim yöntemi, paylaşım yöntemi arayışlarında, bir geri adım atıp 1917’de başlayan sosyalist pratiği hatırlamak isteyebilir. Ancak yaşanan dert o denli büyük ki, iyileştirilmiş sosyalist yönetim pratikleri bile derman olmayacak, o yepyeni “etken madde” ile şekillenecek yeni dünya düzeni süreci, hız kesmeden yoluna devam edecektir.