27 Aralık 2010 Pazartesi

"Renkli Anlar"da Final Haftası


Bir yıl geride kaldı...
TRT Radyo1 de yayınlanan "Renkli Anlar"ın tüketici köşesinde final haftası.

Serpil Erim, Gülname Kurtgöz, Ali Kızan ve Nigari Erdem tarafından hazırlanan, Tülin Öztürk Ekici ve Saadet Baykal tarafından sunulan "Renkli Anlar" programının tüketici köşesi Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz'in program danışmanlığı ve sunumu ile; kredi kart borçlarından, kapıdan satışlara; engelli tüketicinin haklarından, kredilerdeki KKDF oranlarındaki artışa; trafik kazazedesinin haklarından, güvenli gıda tüketimine; hasta haklarından, enerji tasarrufuna onlarca konu dinleyicilere ulaştı.

Halkın Ekonomisi'nde, yılın son programı.
2010 yılı tüketici için nasıl geçti?

TRT Radyo1, 27 Aralık 2010 Pazartesi, Saat: 13:30

26 Aralık 2010 Pazar

Türkiye'nin Benzinle İmtihanı



Akaryakıta peşpeşe gelen zamlar, ülkenin ve medyanın gündeminde.

Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konu ile ilgili olarak katıldığı programlarda, benzin fiyatlarındaki anormal yükselişin arka planını anlattı:

Akaryakıt fiyatlarındaki yükselişin ülke ekonomisi için büyük tehlike oluşturduğunu dile getiren Deniz; "sorun hem akaryakıt dağıtım şirketlerinin fiyat politikalarından, hem de iyasi iktidarın benzin istasyonlarını vergi dairesi gibi görmesinden kaynaklanmaktadır" dedi.

1 Ocak 2005 den bu yana akaryakıt dağıtım şirketlerine fiyatları serbestçe belirleme olanağının tanınarak, sektörde rekabet ortamının sağlanmasının amaçlandığını belirten Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz; "ne yazık ki arzu edilen rekabet ortamının önü, akaryakıt dağıtım şirketlerinin aralarında adeta anlaşmış gibi fiyatları brbirine yakın belirlemeleri nedeniyle kesilmektedir. Şirketlerin fiyatları arasında çok cüz'i fiyat farklılıkları var. Bu durum şirketlerin birleşerek kartel gibi davrandıklarını göstermektedir. Oysa ki, tam rekabet ortamı sağlanabilmiş olsa idi, tüketici ucuz fiyatlı akaryakıtı tercih edebilecek ve bu da şirketlerin fiyat politikasını, tüketici lehine etkileyecekti" dedi.

Akaryakıt fiyatlarındaki yüksek fiyat seviyesinin diğer temel nedeninin, siyasi iktidarın akaryakıt satışından aldığı yüksek oranlı vergi olduğunu vurgulayan Deniz, bu konuda şu saptamalarda bulundu:

"Bir litre benzinden 2.2 TL. vergi alınmaktadır. Siyasi iktidar kolay gelir elde etmenin çaresi olarak gördüğü benzin fiyatı üzerine ÖİV. ve KDV. ekleyerek tüketiciye pahalı ulaşmasına neden olmaktadır. benzinin vergilendirilmesinde Anayasa ve temel vergi hukuku ilkeleri çiğnenerek, verginin vergisi dahi alınmaktadır. Ülkemiz, enerji, iletişim ve benzeri yaygın ve temel tüketim kalemlerinde alınan yüksek oranlı dolaylı vergilerde ilk sıralarda yer almaktadır. Dolaylı vergilerdeki yüksek oran, hazinenin kasasını doldurmakta, ama öte yandanülkedeki gelir dağılımı adaletini de yerle bir etmektedir. Cep telefonunu çeviren, benzin pompasına yanaşan işadamı ile daha düşük gelirli yurttaşın aynı vergiyi vermesi kabul edilemez. Bu durum, verginin gelire göre alınmasına ilişkn Anayasa ve vergi hukuku ilkelerine açıkça aykırıdır."

14 Aralık 2010 Salı

"ne olacak bu benzinin fiyatı..."


Akaryakıta gelen zamlar tüketici için kötü günlerin habercisi...
1 litre benzin için ne kadar vergi veriyoruz?
Akaryakıta gelen zamlar günlük yaşamımızı nasıl etkileyecek?

Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz, 5N 1K'da...

CNN Türk, Cüneyt Özdemir ile 5N 1K, 14.12.2010, saat 19:30

4 Aralık 2010 Cumartesi

Tüketiciler, AVM'lerdeki İbadet Yerlerine Tepkili


Sayıları giderek artan alışveriş merkezleri (AVM), büyük şehirler için aynı zamanda en önemli sosyal mekanlar haline gelmiş durumda.

Ailelerin ev ve mutfak ihtiyaçlarını karşılamak kadar gezmek ve eğlenmek için de uğrak yeri haline gelen devasa yapıların bir kaçı hariç önemli bir eksiği bulunuyor; ibadet yeri. Tatil günlerinin önemli bir bölümünü AVM'lerde geçirenler, ibadetlerini yerine getirmek istediğinde ya yerini bulamıyor, ya da bulduğunda büyük bir şaşkınlık geçiriyor. Kendilerine alışveriş merkezleri ile ilgili gelen şikayetlerde 'ibadet yeri'nin üst sıralarda yer aldığını belirten Tüketiciler Birliği Başkanı Nazım Kaya, "Tüketim bir yaşam biçimidir, AVM'ler de bu anlamda yaşam merkezleridir. Müşterilerine sabahtan akşama kadar ihtiyaçlarını karşılamayı taahhüt etmektedirler. Dolayısıyla hangi dinden olursa olsun insanlar için iyi bir ibadethane yeri yapılmalıdır. Bu olmadığı takdirde tüketicinin tüm ihtiyaçlarının karşılandığı iddia edilemez." dedi.

Tüketiciler Birliği, bu konuda 2008 yılında yaptığı araştırmayı yakın bir zamanda yenilemeyi düşünüyor. 2008'deki araştırmada 99 mekânı mercek altına alan birlik, bunlardan 44'ünde ibadethane olmadığını belirledi. Ayrıca, İstanbul'da faaliyetlerini yürüten 65 AVM'nin 30'unda tüketicinin dini vecibelerini yerine getirebileceği bir yerin almadığını ortaya koydu. Araştırmayı 2011'de yenileyeceklerini ifade eden birlik başkanı Nazım Kaya, "Yaptığımız bir diğer tespit de AVM'lerin maalesef dini vecibelerin yerine getirildiği yerleri önemli görmedikleri idi. İbadethaneler genelde bodrum katlarına ya da otoparklara konuluyor. Buraları arayıp bulmak da bir hayli zor. AVM'ler tüketici memnuniyetini tam anlamıyla karşılamalı. AVM yönetimleri bu duruma kayıtsız kalmamalı." ifadelerini kullandı. Kaya, bu konudaki araştırmayı 2011 yılında yenileyeceklerini ve bu kez tüketicilerin yer konusundaki görüşlerini de alacaklarını vurguladı.

Tüketici Hakları Uzmanı Bülent Deniz ise AVM'lerin bu konudaki tavırlarının tüketicilerden gelecek taleplere göre şekilleneceğini düşünüyor. Deniz, "Müşteri taleplerine ibadethane noktasında kulak veriliyor. Ben sayıca bir yetersizlik gözlemlemiyorum. Tüketici yeter ki ibadethane talebinde bulunsun, bu istemleri AVM'ler tarafından karşılanacaktır." değerlendirmesinde bulundu. Bununla birlikte ibadethanelerin 'bulunamayacak yerlerde' olmaması gerektiğine işaret eden Deniz, "Kanımca ibadethane noktasında talepler bir nebze olsun karşılanıyor ama ayrılan yerler otoparklar, yani egzoz gazının olduğu yerler. Bu uygun ve doğru değil." diye konuştu.

KİRACILAR DA DERTLİ

Tüketicilerin AVM'lere yönelik ibadethane yeri şikâyetleri buralarda mağazası bulunan şirketler tarafından da destek görüyor. Colin's & Loft firmasının Yönetim Kurulu Üyesi Şahin Eroğlu, insanların sosyal ve kültürel tarafına ağırlık veren alışveriş merkezlerinin daha çok müşteri çekeceğine işaret etti. Eroğlu, "Bu kapsamda ibadethanelerin açılması ve sayılarının artması önemlidir. İbadethanelerin yeri de aynı şekilde. Otoparklarda ya da bodrum katlarında yer tahsis edilmesi sıhhatli değil." tespitini aktardı.

Büyüklük bakımından AVM'ler arasında ön sıralarda yer alan İstinye Park'ın Genel Müdürü Hakan Kurt da ibadethanelerin, bodrum ya da garajlarda değil de alışveriş katlarında olmasının önemli olduğunu vurguladı. Kurt, "Dini vecibelerin yerine getirildiği alanların otopark ya da bodrum katlarında olmasını uygun bulmuyoruz. Müşterilerin ibadet ihtiyacı da diğer tüm hizmetlerde olduğu alışveriş katlarında karşılanmalı." şeklinde konuştu.

"İBADET YERİ ÖNCE POJELERE GİRMELİ"

Bünyesinde İstanbul Torium, Bursa Korupark ve Antalya Deepo'nun yer aldığı Torun AVM'nin genel koordinatörü İlham İnan Dündar, araştırmaların AVM'lerde alışveriş için harcanan saati; birey için ortalama 2 saat 36 dakika, aileler için 3 saat 19 dakika olduğunu ortaya koyduğunu kaydetti. Bu noktaya dikkat çeken Dündar, "Tüketici olarak ibadetinizi dilediğiniz yerde yapar, kaldığı yerden alışverişinize devam edebilirsiniz. Önemli olan AVM yönetimlerinin müşterisinin ibadet zamanı sebebi ile alışverişini yarıda kesip dışarı çıkmasını kendi kârı ve kaybı noktasında değerlendirmesidir. Ülkemizde çok azı dışında AVM'ler projelerinde ibadethaneler için yer tahsisi yapmaktadır." dedi. İbadethanelerin kolay bulunabilir yerlerde olmasının önemli olduğuna dikkat çeken Dündar, diğer yandan müşterinin ibadetini yerine getirebilecek bir yer aradığını belirterek şöyle konuştu:

"İbadethane yeri kolay bulunabilir, ulaşılabilir ve güvenli alanlarda olmalıdır. İbadet görevini yerine getirecek çocuklar, gençler, yaşlılar, engelliler veya bayanlar için aydınlık bir ortamda iç huzuru ile kaygısız bir biçimde ibadete gidip gelebileceği ve ibadet edebileceği noktalarda yer tahsis edilebilir. Bu şartlar hangi katlarda minimum yerine getirilebiliyorsa o katlardan herhangi biri ibadethane yerleşimi için uygundur. Otoparkta veya bodrumda olması ibadet eden için önemli bir unsur değildir. Çünkü ibadet eden bir işi arasında dini bir görevini yerine getireceği mekân aramaktadır."

Airport AVM Genel Müdürü Burçin Bendegül de insanların dini vecibelerini istediği yer ve zamanda yerine getirmesinin önemine işaret etti. AVM'lerin yüzde 73'ünde ibadethane bulunduğunu belirten Bendegül, AVM'lerin önemli bir bölümü yabancı sermaye yatırımı olduğunu da vurguladı ve "Bunların bir bölümü üzülerek itiraf etmeliyim ki, mekânlarında ibadethanelere yer vermiyorlar." dedi. Bendegül, ibadethanelerin atıl yerlere konulmasına da itiraz ederek, "Buralara yaşam merkezi diyorsak insan anahtarını da yaptıracak, kuru temizlemeye de gidecek ibadethaneye de gidecek. İbadethaneler daha gözle görülür yerlerde olmalı." diye konuştu.

1 Aralık 2010 Çarşamba

"Telekomünikasyon Sektöründe Rekabeti, Siyasi İrade Engelliyor"


Serbest Telekomünikasyon İşletmecileri Derneği (TELKODER)'nin 6. Genel Kurulunda konuşan Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz; "sektördeki tam rekabeti, siyasi irade engellemektedir" dedi.


Ankara ODTÜ Mezunları Derneği'nin Vişnelik tesislerinde gerçekleştirilen TELKODER Genel Kurulu'nda gerçekleştirilen, moderatörlüğünü turk.internet.com genel yayın yönetmeni Füsun Nebil'in yaptığı ve konuşmacı olarak BTK Eski Kurul Üyesi A. Reşit Gülhan, Ulaştırma Bakanlığı Eski Müsteşarı Tahir Dengiz, TELKODER Üyesi Ç. Hakan Kural'ın katıldığı "Telekomünikasyon Sektöründe Serbestleşme ve TELKODER Çalışmaları" başlıklı panelde konuşan Tüketiciler Birliği Kurucu Genel Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz, geçmişten bugüne telekomünkasyon sektöründe yaşanan serbestleşme sürecinin tüketiciye sağladığı yararları ve beklentileri açıkladı.

2000'li yılların başına başlayan serbestleşme sürecinin ilk aşamalarında siyasi iktidarın süreci olumlu olarak geliştirdiğine değinen Deniz, son yıllarda siyasi iktidarın bu sürecin önünü kesen uygulamalarının arttığına ve tam serbestleşmenin bir türlü gerçekleştirilemediğini, bu nedenle ülkemiz tüketicisinin hala en pahalı ve yavaş iletişimi satın almak zorunda kaldığına dikkat çekti.

Bilgi Teknolojileri Kurulu (BTK)'nun da yanlı ve eksik kararlara imza atması nedeniyle tüketicinin mağdur olduğuna değinen Deniz; "tüketicinin iletişim firmaları ile yaşadığı sorunlara gereken duyarlılığı göstermeyen BTK., tüketicinin hak arama isteğini köreltmektedir" dedi.

28 Eylül 2010 Salı

Deniz, Radyo Box'da...


Dünya ekonomisi nereye gidiyor? Genel seçimlere kadar
Türkiye ekonomisinde olası gelişmeler… Kredi kartına teslim olan Türkiye’de, borçlulukta son durum. Borçlu tüketiciler ne yapmalı?
Hepsi ve daha fazlası, Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz’in değerlendirmeleriyle
“Tuncay Mollaveisoğlu ile Söylenemeyenler”de…

Radyo Box, 28 Eylül 2010, Saat 14:00
(Tekrarı 3 Ekim 2010, Saat 11:00)
Radyo Box, Akdeniz Bölgesi 92.7 frekansı, online http://www.onlineyayin.net/FRadyoYayin.asp?id=311

1 Eylül 2010 Çarşamba

"kontör dolandırıcılığında son perde..."


Cep telefonunuza gelen SMS mesajlarına dikkat!
"Tebrikler, para ödülü kazandınız" mesajıyla hayatınız kararmasın...
SMS ile dolandırıcılık yöntemleri...
İstenmeyen SMS lerden nasıl korunacağız?

Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz, "Başak Şengül ile Gün Başlıyor"da...

CNN Türk, Gün Başlıyor, 2 Eylül 2010, Saat 09:40

"şeker değil, acı kredi..."


Ramazan Bayramı nedeniyle bankaların tüketici kredilerine ilişkin reklâmlarındaki artışı değerlendiren Tüketici Hakları Uzmanı Av. M. Bülent Deniz; “üç günlük bayram tatili için kullanılacak tüketici kredisi, bir sonraki bayramınızı kâbusa çevirebilir” dedi.Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Son birkaç yıldır olduğu gibi bu yıl da, yaklaşan Ramazan Bayramı nedeniyle bankaların tüketici kredilerine ilişkin reklâmlarında artış gözlemlenmektedir. “Geleneksel Bayram Kredisi”, “5 Dakikada Kredi”, “Şeker Gibi Kredi” ve benzeri sloganlar ve cazip olduğu iddia edilen faiz oranlarını içeren reklâmlar ile bireysel kredi pazarlaması yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Kredi kullanmayı düşünen tüketiciler, reklâm ve ilanlarda ifade edilen faiz oranının net olup olmadığını, ilan edilen faiz oranı dışında çeşitli vergiler, dosya parası ve benzeri giderlerin de eklenip eklenmediğini araştırmalıdır.

4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasanın 10. ve 12. maddeleri ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun konuya ilişkin duyuruları gereğince, bireysel krediye ilişkin faiz, vergi, fon ve diğer masrafların, yapılan reklâmlarda açıkça belirtilmesi gereklidir.

Yine uygulamada bireysel kredi kullandıracak bankaların, tüketiciye hayat sigortası yapma ve bu sigortayı da bankanın yan kuruluşu niteliğindeki sigorta şirketine yapılması zorunluluğunu dayattığı görülmektedir.

4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasanın 5. maddesi gereğince, bir hizmetin satışı, başka bir hizmetin satışı koşuluna bağlanamaz. Bu nedenle bankaların kredi verme koşulu olarak sigorta zorunluluğu getirilmesi yasaya açıkça aykırıdır. Bu yönde dayatmada bulunan bankaların tüketici tarafından Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’na şikâyet edilmesi gereklidir. Esasen tüketicilerin başvuruları üzerine Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri tarafından verilmiş kararlar da bulunmaktadır.

Bireysel kredi, olağandışı ve beklenmeyen ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılması gereken ve bu özelliği nedeniyle tüketici için “zorda, darda kalmadıkça” kullanılmaması gereken bir kaynaktır. Özellikle üç-beş günlük bir tatil döneminde yapılacak seyahat ve eğlence için bireysel kredi kullanmak, tüketici için kesinlikle doğru bir tercih değildir. Tüketici, kısa dönemli seyahat, tatil veya eğlence için kullanılacak kredi ile tatil sonrası, oniki ay boyunca bankalara borç ödemek durumunda olacağının ve özellikle işten çıkma, hastalık, vefat gibi hallerde aksayacak ödemeler nedeniyle bir sonraki bayramda icra memurları ile karşı karşıya kalabileceğinin hesabını iyi yapmalıdır.

Nitekim TC. Merkez Bankası verilerine göre; 2010 yılının Haziran ayında, bireysel kredide 48.068, kredi kartında 60.541 olmak üzere, sadece bir aylık dönemde toplam 102.609 kişi borcunu ödeyemeyerek temerrüde düşmüştür. 2010 yılının ilk altı aylık döneminde, toplam 417.939 kişi bireysel kredi ve kredi kart borcunu ödeyememiş bulunmaktadır.

Bu nedenle tüketicilerin bu dönem yoğunlaşan reklâmlara aldanarak kısa süreli bir döneme ilişkin keyfi harcamalarını finanse etmek için bireysel kredi kullanmamalarını, dolayısıyla tatil dönüşü başlayacak bir yıllık dönemlerini bankalara borç ödeyerek geçirmemelerini öneriyor, şeker gibi sunulan kredinin tadının acı olduğunu hatırlatıyoruz.

Mehmet Bülent Deniz
Tüketici Hakları Uzmanı

31 Ağustos 2010 Salı

"Kredi, Bayram Yaptırmaz!"

Ramazan Bayramı yaklaştı.
Bankaların alıştığımız, "bayram kredileri" reklâmları boy göstermeye başladı.
Peki, üç günlük bayram tatili için bankadan kredi kullanmak ve bunun için bankaya oniki ay borçlu kalmak doğru mu?
İlan edilen faiz oranları gerçek mi?
Kredi alırken hayat sigortası yaptırmak zorunda mıyız?
Tüketici kredisi hakkında herşey...

Ali Kızan, Gülname Kurtgöz, Nigari Erdem ve Serpil Erim tarafından hazırlanan, Tülin Öztürk Ekici ve Saadet Baykal tarafından sunulan ve Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz'in program danışmanlığını yaptığı ve uzman konuk olarak katıldığı "Renkli Anlar"da bu hafta, bankaların "şeker" kredilerindeki gerçekler konuşuluyor.

TRT Radyo1, Renkli Anlar, 1 Eylül 2010, Saat 13:30

26 Ağustos 2010 Perşembe

Korsan Gündem'in Perspektifinden Tüketici Hakları


Gündemi eğlenceli ve ironik üslupla değerlendiren program Korsan Gündem, bu hafta tüketici haklarına göz atıyor.

Programı hazırlayan ve sunan Mustafa Alcan, canlı yayın konuğu Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz ile "bilinçli tüketici olmak zorunda mıyız", "İsrail'i boykot edebiliyor muyuz", "boykot alışkanlık mı yaptı" sorularının cevaplarını arıyor.


Ülke TV. Korsan Gündem, 27 Ağustos 2010 Cuma, Saat 21:45

Deniz, Airport TV. de...


Elektronik haberleşmede tüketicilerin haklarını düzenleyen yönetmelik, 28 Temmuz 2010 tarihinde yürürlüğe girdi.


Abonelik sözleşmeleri nasıl olacak?
Sözleşmedeki haksız hükümler, tüketiciyi bağlıyor mu?
Telefonunuzun tarifesi tek taraflı olarak operatör tarafından değiştirilebilecek mi?
Tarifenizin kotasını aşarsanız ne olacak? Kota aşımı önceden bildirilecek mi?
Reklâm SMS lerinden bıktıysanız!...
İnternetteki zararlı içeriklerden nasıl korunacağız?
Spam maillerden canımız yanarsa!...
Mağdur tüketiciler nereye, nasıl başvuracak?
Hepsi ve daha fazlası...

Yapımcılığını Halidun Aksakal'ın üstlendiği, Yaprak Hırka tarafından sunulan ECO TIME programının canlı yayın konuğu, Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz, cep telefonu ve internet kullanıcılarının haklarını anlatıyor.

AIRPORT TV., ECO TIME, 27 Ağustos 2010 Cuma, saat 10:30

24 Ağustos 2010 Salı

"gaza geldik!..."


Hep öyle oldu.
Kimi zaman Danimarka’ya, kimi zaman Fransa’ya, kimi zaman ABD. ye ekonomik savaşlar açtık, onları iflas ettirecek denli kararlı, sürekli ve etkili tüketici boykotları yaptık…
Sahi, kaçını hatırlıyoruz bu boykot girişimlerinin?..
Arkamızda bıraktığımız bu boykotlarda neler oldu, hatırlıyor muyuz?
Gelin geriye doğru, on yıllık bir yolculuk yapalım, Tüketiciler Birliği’ndeki aktif çalışma yıllarımıza…

Cami Resmi, Sigara Paketinde Olursa..
2002 yılı.
Chesterfield marka sigara paketini inceliyoruz. Üzerinde Ortaköy Cami resmi var.
Bir basın açıklaması yaparak, paketteki bu resmin kaldırılmasını, aksi takdirde boykot uygulanacağı konusunda firmayı uyardık ve kamuoyunu da bilgilendirdik.
Açıklamamızın bir gün sonrasında sigarayı üreten firmadan yazılı cevap geldi ve dünyanın dev şirketlerinden olan Philip Morris firmasının, 111 ülkede Ortaköy Camii resmi ile sattığı Chesterfield marka sigara paketindeki Cami resmi kaldırıldı.

Onuruna Fransız Kalmayınca…
2006 yılında, “Ermeniler soykırıma uğramamıştır” diyene hapis cezası öngören bir yasa tasarısı Fransa Parlamentosu’na gelince, Türkiye ayağa kalktı.
Tasarının Parlamento’da kabul edilmesi üzerine, aynı gün boykot kararı alıyoruz.
Her hafta bir Fransız ürününü açıklama kararı alıyoruz.
İlk hafta açıkladığımız Total markası ile Avrupa borsaları yere çakılıyor. Firmanın Avrupa borsalarındaki hisse senetleri, ilk gün yüzde beş değer kaybediyor.
Fransa ile ilişkili markalar hangi hafta kendilerini açıklayacağımız endişesi ile Fransa üzerinde lobi yapmaya başlıyorlar gecikmeksizin.

Boykotun sekizinci haftasında, Parlamento’da kabulüne karar verilen yasa, Senato’da onaylanmak için yola çıktı. Ama bir türlü Senato gündemine gelmedi(!) ve tasarı yasalaşmadı.

Bu iki boykot örneği gibi, geçmiş on yıl içinde başarıya ulaşmış onlarca tüketici boykot eylemi anısını yazabilirim.
İsteyince, doğru bir söylemle, doğru zeminde “haydi tüketiciler, boykota” dendiğinde sonuç alınıyor.
Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

2009 Gazze/2010 Mavi Marmara..
Geçtiğimiz yılın ilk ayları, İsrail ordusunun Gazze’ye girip binlerce sivili öldürdüğü günler.
Ortalıkta bir “boykot” heyecanı dalgası.
Listeler havada uçuşuyor.

Ve şimdi.
Bayrağımızı taşıyan bir gemiye saldırıyor İsrail.
Dokuz kardeşimizi katlediyor.
Ve biz yeniden hatırlıyoruz, “İsrail’e boykot” yapmayı…

2009 yılının Ocak ayından, 2010 yılının Haziranına…
İsrail, Gazze’ye saldırısını geri mi çekti? Hayır!
Ablukayı mı kaldırdı? Hayır!
Peki geçen yılın başında haykırdığımız “İsrail’e boykot” nidalarına ne oldu, arada yaşanan bir buçuk yılda?..

Sürdürülebilir Olmak…
Sizi temin ederim, Gazze’ye saldırının gerçekleştiği 2009 yılının ilk günlerinden bu güne, İsrail ordusuna açıkça destek verdiğini açıklayan ve adını hemen her listede gördüğünüz kolalı içeceği, evet sadece bir kolayı Türkiye olarak onsekiz aydır satın almıyor olsa idik, bugün belki de dokuz vatandaşımız yaşıyor olacak, dahası belki de Gazze sorunu aylar önce çözülmüş olacaktı.

Sivil Topluma Düşen Görev
Sondan bir önceki sözümüz, sivil toplum örgütlerine, özellikle tüketici örgütlenmelerine.
Ülkemiz tüketicisi, hiçbir dönemde tanık olmadığımız kadar boykota hazır, istekli ve kararlı idi.
Ama aradan iki ay geçmiş olmasına rağmen “boykot”un esamisi yok ortada.

Dahası, İsrail karşı boykot ile bize meydan okuyabilecek cesareti kendisinde buldu.
Dahası İsrail’den ithalatımız yüzde 32 arttı.

Bir yerlerde hata mı yaptık acaba?
Söylem mi doğru değildi, söyleyenler mi, yoksa zemin mi?
Özeleştiri gerekir mi acaba, tüketiciyi duyarsızlıkla suçlamadan önce.

Ve son söz tüketiciye;
Bir şişe kola içmezsek ölmeyiz. Ama içeceğimiz bir kola ile kaç cana kıyarız, biliyor musunuz?

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Şikâyet İçin Kuruldular, Birbirleriyle Davalık Oldular


Dünyada şirketler ile tüketici arasında yaşanan sorunları çözmek amacıyla kurulan sanal şikayet kavramı Türkiye’de iki şikayet sitesini birbirine düşürdü. Sikayetvar.com, isim benzerliği nedeniyle sikayetim.com sitesine haksız rekabet yarattıkları iddiasıyla dava açtı. Günde ortalama bin kişinin şikayet yazmak için tık’ladığı web sitelerinin arasında yaşanan ihtilaf, bu mecranın önemini de gözler önüne serdi.

Ancak üretici, müşteri ve son kullanıcı arasında etkin ve tarafsız bir ortam sağlayıcı ve çözüm platform olma iddiasıyla yola çıkan ve bugün milyonlara ulaşan kullanıcılara hizmet veren sitelerin işleyişi tüketicilerin ve tüketici derneklerinin de tepkisini çekiyor. Tüketici Derneği Onursal Başkanı Bülent Deniz, bu tip sitelerin manipülasyona açık ve şeffaflıktan uzak olduğunu savunarak, “Müşteri dostu firmalar’ gibi listeler yapıyorlar. Müşterisi olan firmaları sıralamak ne derece güvenilir” değerlendirmesinde bulunuyor.

Şirketlerden ücret alıyorlar
Türkiye’de şikayet alanında faaliyet gösteren iki site bulunuyor. Bunlar 2001 yılında Dr. Ömer Deveci tarafınan kurulan sikayetvar.com ve 2003 yılında Publika İletişim hizmetleri tarafından kurulan sikayetim.com. İki web sitesi de bireysel kullanıcılardan bir ücret talep etmezken, kurumsal kullanıcılardan belli bir ücret alıyor. Sikayetvar.com, her gün ortalama 25 bin kişi tarafından ziyaret ediliyor. Sitenin 4 bin 500 civarında kurumsal, 450 bin civarında ise şikayetçi üyesi var. Şikayetim.com ise, ortalama 15 bin kişi tarafından ziyaret edilyor, 800 kurumsal ve 200 bin civarında şikayetçi üyesi bulunuyor.

Sikayetim.com sitesinin editörü ve Üye Hizmetleri Sorumlusu Metin Erdoğan, 800 civarında kurumsal üyelerinin olduğunu, bu kurumlardan 300 TL aldıklarını belirtiyor. Portalın devamlılığının sağlaması için bunun önemli olduğunu söyleyen Erdoğan, “Biz sivil toplum kuruluşu değiliz, tüketici portalıyız ve bir hizmet veriyoruz” dedi. Diğer web sitesinin kendilerine karşı olan tutumu konusunda şaşırdıklarını kaydeden Erdoğan, şunları söylüyor: “Sonuçta bu tip hizmetler ne kadar çok artarsa, tüketici memnuniyeti de o kadar artacak. Dava açılmasını anlamak güç. Bizim her şeyimiz açık, gizli saklı bir şey yok. Amaç diğer site ile rekabet değil, hizmet vermek. İki site birbirinden farklı. Biz şikayet geldikten sonra üyemiz olan kurumsal üyeye cevap vermesi için bir hafta tanıyoruz. Cevap verirse cevaplı yayınlıyoruz ve müşteri memnun olana kadar da yazışmalar devam edebiliyor.”

Veriler şeffaf değil, tüketici yanıltılıyor
Ancak sitelerin işleyişi tüketici dernekleri tarafından eleştiriliyor. Bu tip sitelerin manipülasyona açık ve şeffaflıktan uzak olduğunu savunan Tüketici Derneği Onursal Başkanı Bülent Deniz, “Bu siteler ‘müşteri dostu firmalar’ gibi listeler yapıyor. Müşterisi olan firmaları sıralamak ne derece güvenilir? Tüketici hakları ile ilgili çalışmalar yapanların verilerinin şeffaf olması uluslararası tüketici kurumunun etik kurallarının başında geliyor. Reklam ve spronsorluk olmaması gerekiyor. Mevcut sitelerin çalışma mantığını bilmiyoruz” diyor.

Sitelerden sikayet var.com, analizler ve müşteri dostu firmalar başlığı altında teknik analizler de yayınlıyor. Bülent Deniz’e göre, analizler objektifilkiten uzak. Bir tüketici hareketinin veya çalışmasının reklam ve sponsorluk içeremeyeceğini ve belli firmaları öne çıkaran çalışmaların güvenilirliği azalttığını belirten Deniz, “Mesela A firması reklam vermeyince onu kötüleyen şikayetleri yayınlayabilirler. Burada yeterince şaffaflık yok” değerlendirmesinde bulunuyor. Kamuoyunda şikayet edilince sorun çözülecek gibi bir algı olduğunu kaydeden Deniz, “Halbuki bunlar karar üreten makam, örgüt bile değil. Bilgilenme kısmı dışında tüketicinin izlemesi gereken yasal yollar, hakem heyetleri ve mahkelemerdir” diye konuşuyor.

Bu uygulamaları para ile adalet dağıtmak olarak gören Deniz, bu konuda Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu’nun harekete geçmesi gerektiğini savunuyor. Dünyada ise, yasal mecralara başvurmadan sorunların çözüldüğü ve tüketcilerin çok bilinçili olduğunu belirten Deniz, “Almanya’da her ay bir test magazin dergisi yayınlanır. Mesela o ayki tüm çamaşır makineleri test edilir. ABD’de ise aldığınız ürünü koşulsuz iade hakkınız var. Yasal noktalara sirayet etmeden çözüm bulunur” açıklamasında bulunuyor.
Sevda Yüzbaşıoğlu/Referans 19.08.2010

27 Temmuz 2010 Salı

Gıda Paniği Büyüdü


Zehirli gıda satanların açıklanmaması halkı paniğe sürükledi. Telefonumuzu kilitleyen tüketiciler 'Kime güveneceğiz?' diye soruyor

Tarım Bakanlığı birçok ürünle ilgili yaptırdığı analizlerle gıdalarda zehirli maddeler olduğunu geniş bir rapor olarak açıkladı. TAKVİM ise sütteki zehirle ilgili bambaşka bir raporu daha yayımladı. Analizlerde birçok tanınmış markanın da ürettiği sütlerde zehirli jelatin madde olduğu tespit edildi. Ardından yoğurt başta olmak üzere peynir, sucuk salam, zeytin, yağ gibi her gün tükettiğimiz onlarca gıda maddesinde de hileler yapıldığını örnekleriyle ortaya koyduk.

ANAYASAL GÖREV
Bütün bu resmi raporlara rağmen hile yapan firmalar açıklanmadı. Tarım Bakanlığı, isimleri açıklama yetkisi olmadığını duyurdu. Hileli ürünlerin hala piyasada satılması, bu firmaların üretime devam etmeleri tüketicileri telaşlandırıyor. Vatandaşlar kimseye güvenlerinin kalmadığını belirterek, "Resmi raporlara göre birçok markada tehlikeli madde var. Biz ne süt, ne yoğurt ne de diğer gıdaları alabiliyoruz.
Hile yapan firmalar açıklanmalı" dedi. Hukukçular ise firmaların açıklanması gerektiğini bunun anayasal bir görev olduğunu belirtiyorlar.

HALK MERAK EDİYOR
Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği (TÜBİDER) Başkanı Fuat Engin, sağlığı tehdit eden gıda maddelerini üreten firmaların açıklanması gerektiğini kaydetti.Fuat Engin, "Tarım Bakanlığı bu firmalara yönelik hukuki süreç başlatarak, gerçekleri belgeleriyle birlikte kamuoyuna açıklamalıdır'' diye konuştu.

ÜRÜNLER TOPLATILMALI
Sağlıklı Gıda Platformu Başkan Yardımcısı Avukat Bülent Deniz, bakanlığın firma isimlerini açıklaması gerektiğini belirterek, "Firma isimlerinin açıklanması için yasalarda bir yasak varsa bile Tarım Bakanlığı kendi analizinden eminse bunun önemi kalmaz. Anayasa'nın 56'ncı maddesinin 3'üncü fıkrasına göre, devletin görevi toplumun sağlığını korumaktır. Tarım Bakanlığı firmaları ilan etmek zorunda.
Bakanlık firmaların isimlerini açıklasa suç işlemiş olmaz. Hem firmaları ilan etmeli, hem ürünü toplamalı, hem de o firmaya ceza vermeli. Aksi halde bakanlık görevi ihmal suçunu işlemiş olur" diye konuştu.

'ÇOCUKLARIMIZ TEHLİKEDE'
Takvim'in telefonlarını kilitleyen vatandaşlar yetkililerin bir an önce hile yapan firmaları açıklamasını bekliyor. Bazı görüşler şöyle:

* "Ben çocuğuma süt alırken korkuyorum. Güvendiğim markaları bile alamıyorum. İçlerinde ne var bilmek istiyoruz." (Mehtap Can)

*"Yoğurda mermer tozu kattıklarını okudum. Dehşete düştüm. Şimdi biz kime güvenelim.
Neden açıklanmıyor?" (A. İhsan Kara)

* "Bakanlığın analizinde 5 baldan 4'ü bozuk çıkmış. Bu insanlara hak ettikleri ceza verilmeli." (Meral Şan)

* "Gazetedeki raporları okudukça dehşete kapılıyoruz. Evde bir şey yiyemez olduk. Yetkililer bize yol göstermeli ve kime güveneceğimizi söylemeli." (Aydın Sümer)

* "Süte zehir katanların içinde ünlü markalar olması ne acı. Ama asıl acı olan bunların gizli kalması. Halk sağlığı ile kim oynuyorsa cezasını görmeli." (Ayşegül Tekin)

*"Bizler mahallede toplandık imza kampanyası düzenliyoruz. Bu imzaları Tarım Bakanlığı'na göndereceğiz. Yediğimiz burnumuzdan geliyor." (Mehmet Çelik)

* "Hangi vicdan insanların yiyeceğine zehirli katkı maddeleri koyar. Bunu yapanlar en ağır cezalarla cezalandırılmalı." (Musa Sarı)

*"Ürünlerinde sağlığa zararlı maddelerin bulunduğu firmaları bilmek istiyoruz, özellikle de süt ve süt ürünlerinde." (Ali Şükrü Uzun)

DENETİM YETERSİZ
NTV'ye konuşan Onkolog Dr. Yavuz Dizdar, 22 bin gıdada yapılan araştırmayla ilgili olarak, "Yapılan bu analizler bakanlık tarafından yeterli görülebilir fakat, AB ülkeleri daha kapsamlı analizlere imza atıyor.
Türkiye'de yapılan denetimler yılda sadece 1 defa oluyor. Bu sayı çok az.

http://www.takvim.com.tr/Ekonomi/2010/07/27/gida_panigi_buyudu


24 Haziran 2010 Perşembe

Frank Mc Namara'nın Bize Ettiği...

Meslektaşım Avukat Frank Mc Namara, 1950 yılında önemli bir müşterisiyle bir restaurant’a gitmemiş olsa idi, bugün bu yazıyı yazmak zorunda kalmayabilirdik.

Mc Namara, müşterisi ile yediği iş yemeğinin ardından hesabı ödemek için elini cebine attığında, cüzdanını yanına almamış olduğunu fark etmiş. Bunun üzerine içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilmek için kendi kartvizitini çıkarıp arkasına; “yemek bedeli sonra ödenecektir” yazarak, garsona vermiş.

Cin fikirli avukat yaşamış olduğu bu sıkıntının bir daha yaşanmaması adına, bireylerin yanlarında nakit olmaması halinde ödeme yapabilecekleri bir sistem üzerinde düşünmeye başlamış ve yemek, seyahat gibi noktalarda tüketicinin cebindeki özel bir kart ile sadece imza atarak, ödeme yapabilecekleri uygulamanın temellerini atmış.

İşte sloganı “ye ve imzala (dine and sing)” olan “Diners Club”ın ortaya çıkış öyküsü böyle…

Toplumsal Felâketin Habercileri
Bugün kredi kartı sektörü tüm dünyayı kaplamış, tüketicinin alışveriş yaptığı hemen her noktada geçerli, hemen her tüketicinin cebinde olan ve para yerine kullanılan bir ekonomi enstrümanı. Ancak Türkiye’deki tüketicilerin bu enstrümanı doğru çaldıkları ne yazık ki, söylenebilecek bir doğru değil.

Son onbeş yıldır ülkemizde yaygınlaşan, bugün yaklaşık on altı milyon tüketicinin cebindeki kırk bir milyon kredi kartı, “doğru çalınamadığı” ve orkestrayı yönetenlerin de, yanlış yönetimi nedeniyle toplumumuzu felâkete götüren bir şarkı haline dönüştü.

Bir yandan kredi kartı dağıtan kuruluşların tatlı kârlar barındıran bu sektördeki akıl almaz pazarlama çalışmaları ile tüketicinin cebine adeta zorla kredi kartı sokuşturmaları ve vahşi faiz uygulamaları, diğer yandan siyasi iktidarların ekonomi yönetimlerinde hâkim olan temel eğilimin bankaları korumak olması ve nihayetinde kredi kartı ile tanışıklığı henüz çok yeni ülkemiz tüketicisinin bilinçsiz kullanımı nedeniyle kredi kart borcundan dolayı intihar eden, boşanan evine icra memurlarının dayandığı insanlar ülkesi olduk.

Gelin felâketin boyutlarına rakamlarla bakalım:
Resmi bilgilere göre kredi kart borcu nedeniyle yaklaşık bir milyon civarında insanımız borcunu ödeyemediği için kara listelere girmiş, haklarında yasal takibat yapılmış durumda. Bir milyon sayısını hane sayısı olarak kabul eder ve hanede dört kişinin yaşadığını düşünürsek, demek oluyor ki dört milyon yurttaş bu olumsuzluğu yaşıyor.

Resmi olmayan, ama bu konuda çalışma yapan sivil toplum örgütlerinin yaptıkları analizlere göre de, yaklaşık dokuz milyon tüketici günü kurtarma telaşında.

Ne demek günü kurtarma?..

Asgari Ödeme Tuzağı
Ülkemizde kredi kartı uygulamalarında tüketiciyi faiz girdabına sokan bir uygulama var; asgari tutar ödemesi. Aslında bir ödeme aracı olarak kullanılması gereken, yani kart ile yapılan harcamanın hesap özeti geldiğinde, orada yer alan tutarın tamamının ödenmesi ilkesinin geçerli olması gerekirken, ülkemizdeki uygulamada hesap özetinde yer alan tutarın tamamı yerine, yüzde yirmisinin ödenmesi mümkün. Bu durumda ödenmeyen yüzde seksenlik kısım, tüketici açısından bankadan kullandığı bir kredi haline dönüşüveriyor.

İşte asıl tehlike burada başlıyor. Çünkü bankanın hesap özetinde yer alan ve ödenmeyen yüzde seksenlik kısım için tüketiciden talep ettiği aylık faiz, yüzde 4,35.

Bu rakam için akıl almaz deyimin kullanmamız boşuna değil. Bu ülkede 2008 yılında gerçekleşen tüketici enflasyonu yıllık yüzde 10,06. Yani bu ülkede gerçekleşen enflasyonun yaklaşık altı katı kadar bir faizi, bankalar kredi kartı yolu ile cebimizden alıyorlar.

Kredi kartına uygulanan faizin akıl dışılığı burada da bitmiyor. Ödemediğimiz ve bizim için krediye dönüşen miktarı banka şubesine giderek, nakit kredi olarak talep etseydik, ödeyeceğimiz faiz aylık yüzde 1,20 yi geçmeyecekti. Aynı miktarı otomobil almak için kullansak daha az faiz ödeyecek, hatta konut kredisi olarak talep etmemiz halinde faiz daha da düşecekti.

Bu nasıl bir matematiktir ki, iş kredi kartına gelince faizler bir anda enflasyonun altı katına çıkıyor, aynı bankanın aynı miktar parayı farklı kredi paketlerinde vermesi halinde faiz üç kat azalıyor?..

Kredi kartı sektörünü düzenleyen 5464 sayılı Banka ve Kredi Kartları Kanunu’nu uygulamakla görevli Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Merkez Bankası ve siyasi iktidar, bu akıl almaz matematiğin sahiplerine “yürü, kim tutar seni” diyerek, adeta toplumsal felâketin suç ortağı oluyorlar ve bizlere de Avukat Frank Mc Namara’ya beddua etmek kalıyor…
(Makale, Bağımsız Dergisi'nin 2009/Mart sayısında yayınlanmıştır.)

17 Haziran 2010 Perşembe

"babanızı seviyorsanız, ona hediye almayın!.."



Yaklaşan “babalar günü” nedeniyle yaşanan alışveriş çılgınlığını değerlendiren Tüketici Hakları Uzmanı Av. M. Bülent Deniz; “baba sevgimiz, icralık olmasın” dedi.
Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Ekonomik düzen, “sevgililer, anneler, babalar günü” gibi “kutsal gün” dayatması ile çılgınca alışveriş yapan tüketim toplumundan nemalanmaktadır.

“Kutsal gün” dayatması ile bu günlerin hediye almaksızın kutlanamayacağı mesajları, bu günlere özel reklâm ve promosyon kampanyaları ile bireyler adeta hipnotize edilerek, alışveriş yapmaya mecbur hale getirilmektedir. Oysa ki, bu günlere özel harcamalar tüketicinin borç miktarını arttırmakta, bireylerin bankalara olan borçları daha da artmaktadır.

2010 Nisan ayında kredi kart ve ferdi kredi borcunu ödeyemeyenlerin sayısı, 63.348 kişi olmuştur. 2005 yılından bu yana 2.125.731 kişi, kredi kart ve ferdi kredi borcunu ödeyemeyerek temerrüde düşmüş ve takibe alınmış bulunmaktadır.

Geçtiğimiz yıl kredi kartları ile Sevgililer Günü’nde, 642 milyon TL.; Anneler Günü’de, 590 milyon TL.; Babalar Günü’nde, 596 milyon TL. lık harcama yapılmıştır.

Küresel krizin kasıp kavurduğu, milyonlarca tüketicinin bankalara borçlu bulunduğu, milyonlarca ailenin kapısına icra memurlarının dayandığı bir ortamda, “kutsal gün” gerekçesi ile kredi kartları ile harcama yapmak, bu özel günleri kutlamak için ferdi kredi çekmek, içinde bulunulan borç batağını daha da derinleştirmekten öte sonuç doğurmayacaktır.

Sevgilimizi, annemizi, babamızı yılın bir günü, borçlanarak hediye alarak hatırlamanın olası ağır sonuçları sadece kendimizi değil, ailemizin tüm fertlerini etkileyecek niteliktedir. Bu nedenle babasını seven tüketici, bu kez babalar gününde borçlanarak hediye almak yerine; tatlı bir sözle, cebindeki parası kadar, gösterişten uzak, pahalı olmayan hediye almayı tercih etmelidir.
Mehmet Bülent Deniz
Tüketici Hakları Uzmanı

9 Haziran 2010 Çarşamba

yanıyoooooor...


“Avrupa Birliği’nde son perde mi başladı?”
Bu soruyu bir yıl önce, mütevazi blog yazılarımızın birinde sormuşuz.
Başta Macaristan olmak üzere Avrupa Birliği’nin doğu kanadındaki ülkelerin para birimlerinin dolar karşısında hızla değer yitirmesi ve diğer birlik ülkelerinin yardım yapma konusundaki ikircikli, hatta olumsuz tavırları, o dönemde bu soruyu sormamıza neden olmuştu.
Bu tartışmayı dillendirmemizin üzerinden geçen bir yıllık sürenin, Avrupa Birliği aleyhine işlediğini bugün net olarak görebiliyoruz artık.
Euro bölgesi kaynayan kazan gibi…
Macaristan, İzlanda derken, Yunanistan ile başlayan son dalga İspanya, İtalya ve hatta İngiltere’yi tehdit eder hale geldi.

Yunanistan ekonomisinde yaşanan derin sıkıntı ve bu sıkıntının tehdit ettiği Euro bölgesinde, birbiri ardına önlemler alınmaya çalışılıyor, yardım paketleri oluşturuluyor.
Kamu harcamalarında sıkı disipline gidileceği ve kemerlerin sıkılacağının açıklanması ile önümüzdeki dönemin Avrupa Birliği halkları için yoksullaşma dönemi olacağı şimdiden kesinleşti.
Öte yandan daha vahimi, açıklanan yardım paketlerindeki miktarların her seferinde arttırılmasına rağmen etkisinin birkaç günle sınırlı kalmış olması.
Euro bölgesindeki ekonomik kriz, kırmızı alarm zilini çalmış görünüyor.

Kriz, Savaş İçin Bir Fırsat mı?
Bölge ekonomisindeki bu savrulmaların elbette siyasi sonuçları olacak, bu da toplumsal devinimleri oluşturacaktır.
Nitekim Merkel’in Almanya’dan yükselen sesi, herkesi tedirgin etti: “Artık Avrupa Birliği’nin ve Avrupa Birliği içinde Almanya’nın geleceği tartışılmalıdır…”

İnsanlığın yakın tarihte yaşadığı iki büyük dünya savaşının baş aktörü olan Almanya’nın en üst düzeyde seslendirdiği bu yaklaşım, zihinlerde “acaba” sorusunun tekrar sorulmasına neden oldu dersek, abartmış olur muyuz?

Bilinçaltında her zaman için Büyük Prusya hayalini canlı tutan Almanya’nın, Avrupa Birliği’ni bu hayalin önündeki engel olarak gördüğü, yeryüzünde soğuk savaşın bitiminde Sovyetler Birliği’nden boşalan süper güç koltuğunda gözü olduğu bilinmeyen bir sır değil.
2008 de başlayan küresel ekonomik çöküş, Almanya’nın bu büyük hayalini gerçekleştirmesi için bir fırsat mı acaba?

Altın ve Metal Fiyatlarına Dikkat!
Yazılarımızda sürekli olarak dile getirdiğimiz temel tez; yaşananın bir ekonomik kriz olmadığı, aksine insanlık tarihinin “yazının bulunması, Fransız İhtilâli” gibi önemli kırılma noktalarına eşdeğer önemde bir gelişme olduğudur.

Bunca önem atfettiğimiz küresel ekonomik çöküşten çıkılır veya çıkılmaz…
Önemli olan, ekonomide alınacak sonuçtan çok, bu süreç sonunda dünyadaki nüfuz alanlarının nasıl ve kimin elinde olduğu, ekonomik ilişkilerden başlayarak, yeryüzünde yaşayan insan ırkının nasıl bir yaşam mimarisi oluşturacağıdır.
Ve daha önemlisi, kısa vadede düşünülmesi gereken sorun, insanlığı derinden etkileyecek bu kırılma noktasının insanlık ailesine, “savaş” gibi acılar getirip getirmeyeceğidir.

Tarih bize bu konuda olumsuz örnekler sunuyor.
İnsanlık için kırılma noktalarının yaşandığı her süreçte, gezegenin bir yerlerinde sıcak savaşların olduğu, tarihsel bir gerçek.
Şimdilerde altın, demir, çelik fiyatlarındaki oynaklığı ve yükselişi izleyen kimi küresel gözler, bir yerlerde, -yaygın değilse bile- yoğun sıcak savaş beklentisi içindeler.
Olur mu, olmaz mı, nerede, nasıl olur bilinmez, ama kendini bir türlü ayağa kaldıramayan dünyanın en azından nüfuz alanlarındaki yeni belirlemeler sürecinde, heyecanlı ve sıcak günler geçireceği kesin.
Ve ne yazık ki, bu tarihsel gerçekliğin yeniden tekrarlanmaması için küresel “barış havariliği” tutumumuzdan başka elimizde hiçbir şey yok.

Yeni Nüfuz Alanları-Yeni Ticaret
Enerji koridoru anlaşmaları, Orta Doğu’da artan etkinlik, vizelerin birer birer kaldırılması, Afrika ve Güney Amerika’ya fokuslanan dış politika bakışı…
Yeni nüfuz alanları oluşumuna ilişkin mücadelede, Türkiye önemli bir performans ortaya koyuyor.
Yeni dış politika olarak algıladığımız bu performansın mutlak ve nihai hedefi, şüphesiz yeniden şekillenecek nüfuz alanlarında hatırı sayılır payı kapmak.
Yeni nüfuz alanlarındaki payımız, küresel ekonomideki payımızın da belirleyicisi olacak.
Ve umalım ki, bu pay kapma mücadelesinde yaşanacak kimi sıcak gelişmeler, ülkemize değmez, teğet geçer.

Ve endişeye mahal yok.
Türkiye’nin devlet geleneğinde, dış politika iktidardan iktidara değişmez.
Aksine dış işlerindeki her türlü “işler”, devlet politikası olarak yürütülür.
Bu bakımdan dış politikadaki yeni anlayış ve tutumunun, mevcut iktidarla sınırlı olmadığını, iktidarlar değişse de, bu yeni performansın “devlet politikası” olarak devam ettirileceğinden kuşku duymamak gerekir.

Yeni Bir Çağ
Yüz yıllık zaman dilimini veya çağ dönemini takvimlerdeki belirlemelere göre değil de, insanlığın gelişimindeki aşamalara göre tayin etmeye kalkarsak, 1453 de İstanbul’un Fethi, 1792 Fransız İhtilâli’nde olduğu gibi yeni bir çağa gireli bir yılı aştık.
2008 Eylül’ünden bu yana, yeni bir çağın içindeyiz.
Önümüzdeki 50-100 yıllık dönemin neresine kadar tanığıyız bilinmez, ama emin olun nefes aldığınız sürece tanık olacaklarınızın yanında, bu fütürist makalemiz pek mütevazi kalacak.
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Haziran sayısında yayınlanmıştır.)

5 Haziran 2010 Cumartesi

BOYKOT HİKÂYELERİ


Bir kez daha dört bir yanda boykot broşürlerinin dağıtıldığı, internette “boykot edelim” mesajlarının dolaştığı günleri yaşıyoruz.
İsrail’in yardım filosuna saldırısı sonrası, kabaran yüreğimiz için elimizden gelenin meydanlara doluşup öfkemizi haykırmak, enikonu öfkemizin hedefi olanlara para kazandırmamayı dert ettiğimiz günlerdeyiz.

Ne zaman boykot konusu ülke gündemine gelse, “başarılamaz” söylemi ile ortaya çıkanların çokça olduğunu biliyoruz.
Ya da başlayıp, ömrü saman alevinin ömrü kadar olan boykot girişimlerinin tanığı olduk çoğu kez.

Gelin, kurucusu ve halen Onursal Başkanı bulunduğum Tüketiciler Birliği’ndeki Genel başkanlık görevimiz esnasında gerçekleştirdiğimiz boykot çalışmalarına bir göz atalım.
Yol haritası doğru belirlenmiş bir boykotu örgütlediğimizde neleri başarabiliyoruz, görelim…

Chesterfield’in Ambalajı
2002 yılıydı.
Bir tüketici elinde Chesterfield sigarası ile bize geldi.
“Bu sigaranın üzerinde Cami resmi var. Paket bitince yerlere atılacak, üzerine basacağız, bunun değiştirilmesini istiyorum” diye yakındı.
Konuyu bizden önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na bildiren tüketicinin başvurusu üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı sigarayı üreten Philip Morris firmasının Türkiye’deki üretici kuruluşuna mektup yazmış, rica etmiş.
Ama nafile. Kulak asan olmamış.

Sigara paketini inceledik.
Gerçekten üzerindeki resim, Ortaköy Cami resmi.
Bir basın açıklaması yaparak, paketteki bu resmin kaldırılmasını, aksi takdirde boykot uygulanacağı konusunda firmayı uyardık ve kamuoyunu da bilgilendirdik.
Açıklamamızın bir gün sonrasında sigarayı üreten firmadan bir yazılı cevap geldi.

Sonuç; Dünyanın dev şirketlerinden olan Philip Morris firmasının, 111 ülkede Ortaköy Camii resmi ile sattığı Cehsterfield marka sigara paketindeki Cami resmi kaldırıldı.

Dünya Devi’nin Özrü
2005 yılındayız.
Ülkemizde Şampiyonlar Ligi final maçı oynanacak.
Maç nedeniyle binlerce yabancı gazeteci ülkemize geliyor.
Gelen gazetecilere dağıtılmak üzere, Türkiye’yi tanıtan bir kitapçık hazırlanıyor.
Kitapçıkta Türkiye ile ilgili olarak; “şark zihniyetli”, “taksicileri soyguncu”, “muhafazakâr yapı nedeniyle eşiyle, arkadaşlarıyla dolaşanlara karışan” bir ülke tasviri yapılarak “Kürt” ve “Ermeni” konularının sorun olarak yaşandığı bir ülkeden söz ediliyor.

Kitapçığı hazırlayan maçın ana sponsoru ve aynı zamanda bir dünya devi; Master Card firması.

Bir basın açıklaması yaptık ve dedik ki; “Türkiye tüketicisi Master Card kullanmaktadır. Bu ticari gerçeklik nedeniyle Master Card, dağıtmış olduğu kitapçıkla ülkemize ve bu topraklarda yaşayan insanlara yapmış olduğu hakaretler için özür dilemelidir. Aksi halde… firmanın hizmetlerini satın alma konusundaki tutumumuzu gözden geçireceğiz.”

Sonuç; Dünya devi firma 24 saat içinde geri adım attı ve bize ve tüm medyaya bir yazı göndererek, Türk halkından özür diledi.

Korku Dağları Sarınca…
Yıl 2006.
Bir bira firmasının reklâm amacıyla ürettiği bardak altlıklarını inceliyoruz.
Güya çeşitli ülke lisanlarına benzetme yapılarak içki adı ile türetilmiş hayali futbolcu adları yazılı.
Arap futbolcu için kullanılan ibare, (Hâşâ) “Biraullah.”
Hemen harekete geçtik.
Hem firma yöneticileri hakkında Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunduk, hem de birayı üreten Anadolu Grubu’nun tüm markalarına boykot başlatacağımızı kamuoyuna ilan ettik.

Sonuç; Anadolu Grubu bize bir yazı gönderdi: “Efes Pilsen olarak kamu vicdanını rahatsız edici bir etki yaratmış olmaktan büyük üzüntü duyduğumuzu ve çalışma ile birlikte bardak altlıklarını bütünüyle yok ettiğimizi kamuoyunun bilgilerine sunuyoruz."

Buraya kadarki boykot anılarımızda, daha boykota başlamadan, sadece boykot edeceğimizi ilân etmekle amaca ulaştık.
Bir de fiilen gerçekleştirdiğimiz boykotlar oldu; “Cephane Bizden Değil”, “Danimarka”, “Onuruna Fransız Kalma” boykotları…

Irak İşgal Ediliyor, Tüketici Boykota Başlıyor
Irak’ın işgalinin yaklaştığı günler.
ABD. tüm pervasızlığı ile geriye sayımı başlatmış durumda.
Savaş karşıtı dünya kamuoyu ayakta.
Bize de, yurttaşlardan “boykot edelim” talebi geliyor yoğun olarak.

Düşünüyoruz, yaşamımızdaki ABD. kökenli malları.
Hangisinden vazgeçelim dersek, tüketici arkamıza düşer?
Başarısız bir boykot girişiminden kurtulmanın çarelerini arıyoruz.
Yaşamımızı işgal etmiş binlerce ABD. malını, mesela bilgisayardaki Windows yazılımını artık kullanmıyoruz dersek, başarabilir miydik?

Sonu olmayan bir girişim yerine, ABD. nin emperyalist yayılmacılığının simgelerini boykot etmeye karar veriyoruz: ABD. nin doları, havayolu American Air Lines ilk aklımıza gelenler. Hamburgeri, kolayı ve sigarasını da listeye ekleyip beş kalemlik bir boykot listesi ile kamuoyuna duyurumuzu yapıyoruz.

Sonuç; ABD. nin ve diğer emperyalistlerin Irak’ı işgaline engel olamadık, işgal sona ermedi.
Ama işgalden dört-beş ay sonra, ABD. de yayın yapan ekonomi kanalı CNBC, ABD. kökenli ürünlerin Türkiye’de satışının yüzde yirmi civarında düştüğünü haber olarak geçti.
Boykot kapsamındaki Mc Donalds firması, Türkiye’de yeni şube açma sürecini durdurdu, dahası varolan şubelerini azaltma kararı aldı.
En önemlisi de, o dönem kadar ekonomik ilişkilerimizde temel parametre olarak kullandığımız “dolar”ın egemenliği sona erdi.

Onurumuza Fransız Kalmadık
2006
yılının son ayları.
“Ermeniler soykırıma uğramamıştır” diyene hapis cezası öngören bir yasa tasarısı Fransa Parlamentosu’nda.
Tasarının kabul edilmesi üzerine, aynı gün boykot kararı alıyoruz.
Başımız yine dertte; boykotu nasıl tasarlamalıyız ki, gerçekten Fransız malı olan ve tüketicinin katılabileceği bir liste yapalım…
Her hafta bir Fransız ürününü açıklama kararı alıyoruz.
Amacımız, kapsamı giderek artan boykot ile Fransız kamuoyunun süreç içerisinde harekete geçmesini sağlamak ve dahası Türkiye tüketicisinin boykota katılımını diri tutmak.

İlk hafta açıkladığımız Total ile yer yerinden oynadı.
Firmanın Avrupa borsalarındaki hisse senetleri açıklamanın olduğu gün yüzde beş değer kaybetti.
Fransa ile ilişkili markalar hangi hafta kendilerini açıklayacağımız endişesi ile Fransa üzerinde lobi yapmaya başladılar.
İlerleyen haftalarda açıkladığımız kimi markaların Türkiye yöneticileri bize gelerek, satışların dibe vurduğunu, yasanın Senato’da yasalaşmaması için Fransa’da yoğun bir çalışma yaptıklarını itiraf ettiler.

Sonuç; Parlamento’da kabulüne karar verilen yasa, Senato’da onaylanmak için yola çıktı. Ama bir türlü Senato gündemine gelmedi ve tasarı yasalaşmadı.

Boykot Paradoksu
Boykot konusunda geçmişten gelen kimi anılarımız bunlar.
Boykot tasarlarken bir çok dinamiği bir arada değerlendirmek gerekiyor.
Dinamikleri doğru değerlendirip, doğru tasarlanan boykot çalışmalarında, amaca ulaşmak mümkün.
Ama bu dinamikler öylesine zorlu ki, kimi zaman boykot sürecinin bir paradoksa dönüşmesi de işten bile değil.
Boykot kampanyalarında olası paradoksları bir başka yazıya bırakıyoruz.

Ancak insanlığın vicdanının kanatıldığı bu günlerde, özellikle Tüketiciler Birliği’nin http://www.tuketiciler.org/ sitesinde duyurduğu ürünleri kullanmayarak, boykot sürecine katılımımızı kararlılıkla sürdürmenin bir borç olduğunu unutmamamız gerekiyor.
(Makale, Baran Dergisi'nde yayınlanmıştır.)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

"YOĞUN BAKIM, YOĞUN BAKIMLIK..."


Yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısını değerlendiren Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz; “yatak başına düşen kişi sayısı, sağlığımızın tehdit altında olduğunu ortaya koymaktadır” dedi.
Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Yoğun bakım ünitesi; bir ya da birden fazla organın geçici olarak yetersizliği nedeni ile vücudun aksamış olan fonksiyonlarının desteklenmesi ve bu süreç içerisinde hastanın hayatta kalmasına yönelik faaliyetleri kapsayan, özellikle yapay solunum cihazı başta olmak üzere her türlü cihaz ve teknolojiyi kullanan bilgi ve yetenekleri buna uygun sağlık personelinin bulunduğu sağlık birimidir. Yoğun bakım ünitesi, hasta yaşamının korunması ve sürdürülmesi için yaşamsal öneme sahiptir.

Ülkemizin belli başlı illerinde bulunan yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısı konusunda yaptığımız araştırma, vahim bir tabloyu ortaya koymaktadır:

ADANA...............486.....154.....640....1.879.478.....2890
ANKARA............844......323.....1167..4.007.869....3435
ESKİŞEHİR.......96.........21........117....706.009......6035
GAZİANTEP.....227.......169......396....1.285.249...3246
İSTANBUL.......785........2041...2826.10.018.735..3546
İZMİR...............384........146......530...3.370.866.....6361
TRABZON........141.......29.........170..975.137.........5737
VAN...................49.........45.........94.....877.524........9336
(*)İlk sütun, devlet hastanelerindeki yatak sayısı, ikinci sütun özel hastanelerdeki yatak sayısı, üçüncü sütun toplam yatak sayısı, dördüncü sütun il nüfusu, beşinci sütun, yatak başına düşen kişi sayısını göstermektedir.

Örnek olarak verilen ve diğerlerine göre büyük il niteliğindeki bu merkezlerin dışında kalan illerimiz için bu tablo daha da olumsuzdur. Bu tablo, yoğun bakım yatak sayısının, yoğun bakımda olduğunu çarpıcı şekilde göstermektedir.

Yine yoğun bakım ünitelerinde yatak sayısının azlığı yanında, yoğun bakım konusunda eğitilmiş yeterli sayıda sağlık personeli de bulunmamaktadır.

Yoğun bakım ünitelerinde boş yatak olmaması nedeniyle hastalığının verdiği ızdırabı dindirilemeyen ve yaşama veda etmek zorunda kalan çok sayıda yurttaşımızın olduğu bir gerçektir.

Yine kamu kuruluşlarındaki yoğun bakım ünitelerinde yer bulamayan hastalar, özel sağlık kuruluşlarındaki yoğun bakım ünitelerinde tedavi olmak zorunda kalmakta, oldukça pahalı olan bu sağlık hizmeti nedeniyle maddi yönden sıkıntıya düşmektedirler.

Sağlık hizmetlerinin planlaması ve yurttaşa ulaştırılmasında, yoğun bakım yatak sayısını arttıracak önlemler alınmalıdır.
Mehmet Bülent Deniz

21 Mayıs 2010 Cuma

Ya Yorgan Yoksa?



Çember daralıyor…
Cebinde 46 milyon adet kredi kartı taşıyan, 18 milyon tüketicinin büyük çoğunluğu için yolun sonu ufukta görünmeye başladı.
Veriler iç açıcı değil. Her açıklanan veri, bir önceki dönemi olumsuzlukta katlıyor.
Kredi kartlarında oluşan borç stoku, Türkiye’nin 2010 yılı bütçe büyüklüğünün neredeyse yarısına ulaştı.
Şu anda iki buçuk milyona yakın tüketici, yani “hane” için icra takibi başlatılmış durumda. Her hanede dört kişinin yaşadığını düşündüğümüzde, on milyon yurttaşımız bugünlerde, icra dairelerinden gelen zarfları açmakla, banka avukatlarına, icra memurlarına dert anlatmakla meşgul.
Bunları beceremeyenlerse, intihar dâhil her türlü olumsuz seçenek üzerinde düşünüyor olmalı…

“Kredi Kartı Vak’ası”nı Anlayabilmek…
Türkiye
kredi kartı sorununu 2001 yılından bu yana biliyor ve ne yazık ki, o dönemden bu döneme, “kredi kartları vak’ası” çözümleyebilmiş değil.
Kolaycı yaklaşımlar var; “Tüketici kredi kartını kullanmasını bilmiyor…” ya da “şu bankalar da, önüne gelene kart vermesinler canım…” tarzı…
Bu kolaycı yaklaşımlar ile kredi kartlarında doğru çözümlemeye ulaşmak mümkün değil.
Gerçekçi analizler bize hem sorunun boyutunu, hem nedenini ve hem de çözümünü söylüyor aslında…
Kredi kartı harcamalarının yarısından fazlası gıda, ısınma, eğitim, iletişim gibi yaşamın devamlılığı için zorunlu olan kalemlerden oluşuyor.
Yani cebine kartı koyan, alışveriş merkezlerine, lüks restoranlara koşup kartın canını çıkarmış değil.
Akşam evine yiyecek götürmek, kimi zaman doğalgaz faturasını ödemek, çocuğun eğitim giderlerini karşılamak için cebe giren elleri bekleyen çoğu kez, nakit para yerine kredi kartları oluyor.
Evet, saptayabileceğimiz birinci temel neden, ülke genelinin refah düzeyinin gelişmemiş olduğu ve milyonların, yaşamları için zorunlu harcamalarını borçlanarak yapmak zorunda oldukları.
Bugünden yarına bunu düzeltmek mümkün değil.
En azından bendeniz kendimi bilmeye başladığım 1970’li yılardan bu yana bunun düzeltilmesi gerektiğini işitenlerden ve hala düzeltilmesini bekleyenlerdenim.

15 Dakikada Kredi Kartı Verilir
Geçenlerde bir banka şubesinde gördüm bu yazıyı…
Görevliye sordum; “gerçekten şu anda size başvursam, 15 dakikada kredi kartı verebiliyor musunuz” diye…
Banka görevlisi, “hayır” dedi, “15 dakikada değil, 12 dakikada kredi kartınız hazır…”
Bankaların ticari bankacılığı bir kenara bırakıp, bireysel bankacılığa yönelmelerinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, dolaşımdaki 46 milyon kart sayısı, bankaların cebimize kredi kartı sokuşturmak için nasıl da yarıştıklarının en somut göstergesi.
Neden yarışmasınlar ki?
En tatlı kâr kredi kartlarında.
Tüketiciye verdiğimiz her kredi kartı için hukuka, Yargıtay kararlarına aykırı da olsa, yılda elli lira kart aidatı alırız, tüketici hesap özetinin tamamını değil de, asgari tutarı ödemeye kalktığında aylık yüzde 3,66 faizi bindiririz, hele bir de asgari tutar da ödenmedi mi, üzerine ekleriz temerrüt faizini…
Banka bilançolarındaki kârlılığın temel kaynaklarının başında, bankaların kredi kartlarından elde ettikleri bu maliyeti az, kendi büyük ve tatlı kârlar geliyor.
İşte bu tatlı kâr yarışında gelir durumu, eğitim durumu, ödeyebilme yeteneği ve benzeri hiçbir kriter gözetilmeksizin tüketicinin cebine kredi kartları sokuşturuluyor.
İyi ama tüketici kredi kart borcunu ödemediğinde, banka bu işten zarar etmiyor mu?
Niye etsin ki?
Kredi kartını verdiğinde ilk birkaç ay ödemesini almış, aidatını tahsil etmişse, sonrasında borç ödenmese de olur.
Veririz tüketiciyi icraya. Malını ararız, bulursak haczederiz.
Bulamazsak da, alırız icra dairesinden bir aciz vesikası, maliyeye bildiririz, kredi kart alacağımızı ödeyeceğimiz vergiden düşeriz, olur biter.

Kayıtiçi Masallar…
Dünya ekonomisinde nakit dolaşımının minimum düzeyde olmasına ilişkin temel eğilim nedeniyle ekonominin her hücresinin kaydî hale getirilmesi, değerlerin, akışın kağıt üzerinde olması, plastik paraya tüketiciyi mecbur kılıyor aslında.
Maaşların banka hesaplarına yattığı, kiranın, faturaların banka hesaplarından otomatik ödendiği ortamın doğal sonucu kredi kartıdır.
Tüketici cebinde nakit yerine kartını taşıyacak, harcamalarını kartıyla yapacak, ödeme zamanı geldiğinde banka hesabına yatan maaşı ile kredi kart borcu ödenecek.
Sistemin böyle işlemesi gerekiyor.
Gerekiyor, ama dünyada eşi benzeri olmayan “asgari ödeme tuzağı” nedeniyle işlemesi gereken sistem, tüketiciyi sürekli olarak borçlandıran, borcunu arttıran ve bir noktadan sonra da sadece banka borcunu ödemek için çalışan insanlar haline dönüştürüyor.

Zor Aritmetik
Diyelim cebimizde “sıfır” bir kredi kartı var, hiç kullanılmamış.
Bu kartımızdan bin lira harcayalım ve bir daha da karta elimizi sürmeyelim.
Bin liralık borcu, asgari tutarı ödeyerek kaç ayda sıfırlayabiliriz sizce?
Geçenlerde katıldığımız bir TV programında bu soruyu stüdyodaki izleyicilere sormuş, “15 ay”, “20 ay” gibi iyimser rakamlar üzerinde durulmuştu.
Doğru cevabı hemen yazalım; 60 ay!
Yazıyla altmış ayda, bin liralık kredi kart borcunu ancak ödeyebiliyoruz.
Bu aritmetik, zor bir aritmetik ve kredi kart sorununda işin sırrı burada.
İşin sır noktasında tüketicinin kredi kartını bilinçli kullanmadığı, kredi kartının borçlanma değil, ödeme aracı olduğunun ayırtına varamadığından söz edebiliriz.
Yani bir sonraki ay gelecek hesap özetindeki toplam rakamı ödeyebileceğini kabulle hareket etmeyi başarabilen tüketici için sorun yok, ama gelen hesap özetindeki rakamın yüzde yirmisi olan asgari tutarı ödeyerek harcamasına devam eden tüketici için kâbus başlıyor.

Ayağımızı Yorganımıza Göre Uzatmak...
Yorganın boyunu geçen ayaklarımız üşür ve bizler için kâbus günleri başlar.
Ödeyebileceğimiz kadar harcayalım, yorganımız kadar ayağımızı uzatalım.
Temel düsturumuz bu olmalı.
İyi de ya yorgan yoksa?
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Mayıs sayısında yayınlanmıştır.)

26 Nisan 2010 Pazartesi

"Yaşarken"e Büyük Ödül...


Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından bu yıl 13. kez verilen “Geleneksel Tüketici Ödülleri Radyo-TV Programı” dalında, TRT Radyo 1’de yayınlanan “Yaşarken” programı, yılın radyo programı ödülü kazandı.

2009 yılında 52 hafta boyunca; kapıdan satışlardan, kredi kart borçlarına; enerji tasarrufundan, trafik kazazedesinin haklarına; hasta haklarından, güvenli gıda tüketimine; paket tur sözleşmelerinden, engelli tüketici haklarına; bilgi edinme hakkından, evrensel tüketici haklarına halkın ekonomisine dair her konunun anlatıldığı “Yaşarken” programını; Zehra Karabel, Hilal Ertan, Gülay Oktar hazırladı, Tülin Öztürk Ekici sundu, Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz program danışmanlığını yaptı ve uzman konuk olarak programı gerçekleştirdi.












19 Nisan 2010 Pazartesi

AVM'LER Danıştay Kararına Rağmen Otopark Ücreti Alıyor


Şehir merkezinde sayıları 70'i geçen AVM'ler mahkeme kararına rağmen ilk 3 saat ücretsiz otopark hizmeti sağlamadığı için bulundukları bölgelerde trafik sorunlarına sebep oluyor.

Vatandaşlar, AVM'lerdeki otoparka ücret ödememek için araçlarını yol kenarı ve kaldırımlara park ediyor. Trafikle ilgili sorun bugün olduğu gibi 2007 yılında da zirveye çıkınca İBB Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME), ilk üç saatin ücretsiz olması gerektiği şeklinde karar almıştı. Zabıta ekipleri, karara uymayan AVM'lere ceza kesmeye başlayınca bazı işletmeler, İdare Mahkemesi'ne başvurarak uygulamayı iptal ettirdi. İBB, İstanbul 12. İdare Mahkemesi'nin kararını Danıştay'a taşıdı. Danıştay 8. Dairesi, 13 Ocak 2010 tarihinde oybirliğiyle son noktayı koyarak AVM'lerin ilk 3 saatte vatandaştan otopark ücreti almaması gerektiğine karar verdi. Danıştay'ın bu kararına rağmen bazı AVM'ler hâlâ vatandaştan haksız bir şekilde otopark ücreti almaya devam ediyor. Mahkeme kararının ardından otopark denetimlerine yeniden başlayan İBB'nin zabıta ekipleri 15 Ocak ile 15 Mart 2010 tarihleri arasında uygulamaya aykırı hareket eden AVM'lere toplam 25 bin 308 TL ceza kesti.

Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı Avukat Bülent Deniz, AVM'lerin hukuki düzenlemeye aykırı hareket ettiğini, belediyenin ise caydırıcı cezalar kesmediği için sorunun çözülmediğini dile getiriyor. AVM sahiplerinin 'Belediyeden arada bir denetlemeye geliyorlar, cezamızı ödüyoruz gidiyorlar' şeklinde umursamaz bir tavırda olduklarını aktaran Deniz, "Belediyenin AVM'yi mühürlemeye varıncaya kadar yaptırım gücü var." şeklinde konuştu.

Yetkililer, UKOME'nin kararına aykırı davranan AVM'lerin büyük bölümünün Bakırköy, Şişli ve Beşiktaş'taki AVM'ler olduğunu belirtiyor. Kimi AVM'ler ise otoparklarından süresiz olarak vatandaşın ücretsiz olarak faydalanmasına izin veriyor. Bazıları da belli bir miktarda alışveriş yaptığını fişiyle belgeleyen müşterilerine 3 saat otoparkını ücretsiz kullanmasına izin veriyor. Danıştay'ın kararına uymayan bazı AVM'ler kendi formüllerini şu şekilde uyguluyor: Capacity, Town Center ve Fly Inn AVM: 30 TL'lik alışveriş yapan müşterilerinden ilk 3 saat ücret almıyor. Kanyon ve Metrocity AVM, ilk 1 saat ücret almıyor. Nişantaşı City's AVM de ilk 1 saat ücret almıyor, ayrıca pazar günleri de otopark hizmeti ücretsiz.

16 Nisan 2010 Cuma

Deniz Vs. Roubini


Sonunda dayanamayıp dava açacağım.
Vereceğim bir dava dilekçesi ve Mehmet Bülent Deniz olan ismimin, Mehmet Bülent Roubini olarak değiştirilmesini talep edeceğim.

2008 Kasım’ından bu yana küresel ekonomide yaşanan sıkıntı hakkında, Mehmet Bülent Deniz yazıp söyleyince dikkate alan yok. Ama aynı sözleri Nouriel Roubini dile getirdiğinde, adı “kâhin ekonomist”e çıkıyor.

Yok yok, “kehanet sahibi” sıfatını almaya niyetimiz yok.
Derdimiz, ciddiye alınma meselesinde.
Herkesin; “aman ne güzel, kriz bitti, ayağa kalkıyoruz” diye ortalığa bahar havası gazı verdiği, hatta Roubini’nin bile “dibi gördük” diye gülücükler saçtığı günlerde, bu fakir ısrarla, dünyada yaşananın bir ekonomik kriz olmadığından, insanlığın tanık olduğu bu durumun dünyada bir düzen değişikliği olduğundan dem vurdu.
Dedik, yazdık, ama adımız Roubini olmayınca, ciddiye alan da olmadı…

İnsanın Ekonomisi
Efendim, elinizde tuttuğunuz dergimizdeki ray değişikliğini gözlemliyorsunuz.
Sektör yayıncılığı rayını, yeni bir güzergâha bağlama gayreti var yazıişlerimizde. Kendimce bu durumun ismini, insanın ekonomisi diye koydum.
Birkaç sayıdır yeni güzergâhında yol almaya gayret eden Bizim Market’in kapak konularını “insanın ekonomisi” yolculuğuna uygun seçiyoruz.
Bu sayımız da, buna uygun ve ekonomik göstergelerdeki önemli tablolamalardan biri olan “ilk çeyrek” değerlendirmesine ilişkin.
Eh kapak konusu bu olunca, ister istemez Roubini’ye olan kıskançlığım depreşti.

Kişisel dertleri bir yana bırakalım ve bakalım ilk çeyrek ahvalimize.
Batı Yakasında Yeni Bir Şey Yok aslında.
Küresel anlamda başı kesilmiş horoz durumundaki ekonomi sağa sola çarparak yolunu bulmaya çalışıyor.
Horoz gövdesini her çarptığında kimi zaman Dubai, kimi zaman Yunanistan, İspanya, İzlanda’dan ciyaklama sesleri geliyor.
ABD’de birkaç bankaya daha el konuyor, sürdürülebilir cari açıkların, sürdürülmesinin mümkün olamadığı itirafları gelmeye başlıyor.

Tıkır Tıkır-Takur Tukur…
Küresel zeminde durum böyle.
Ya bizde?
Bizi merak etmeyin, her şey yolunda…
Tüm dünya baş aşağı giderken, şükür; ülkemiz ekonomide mucizelere imza atmaya devam ediyor.
Bugüne bugün, dünyanın 17. büyük ekonomisiyiz.
Enflasyon kontrol altında.
Cari açık mı, o önemli değil.
Hallederiz.
Reel sektörde işler kesat mı?
Kim diyorsa, yalan diyor.
Bunlar yeminli muhaliftir zaten.
Kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı artıyor diyenleri de, mahkemeye vermeli.

İşin gerçeği bir illüzyon içindeyiz hepimiz.
Dünyanın patronları gelecek için küresel ölçekte planlamalar, ayarlamalar yapmaya devam ediyor.
Anlaşılan o ki, bu planlamalarda Türkiye’nin üstleneceği yeni görevler var.
Küresel gelecek planlamalarına uygun şekilde yeni pozisyon almaya itilen Türkiye için şu anda istenilmeyen tek gelişme, halkın ekonomik sıkıntı içinde olduğunu fark etmemesi; fark etse (!) bile darbe, anayasa değişikliği, vs. söylemlerin “cambaza bak” hamlesi ile sızlanmasının, ayağa kalkmasının engellenmesi…
Küresel gelecek planlamacılarının oluşturduğu bu illüzyon içinde yuvarlanıp gidiyoruz işte.

Ne olacak bu işin sonu?
2009 Şubat’ında yazmışız;
“Eylül ayında başlayan küresel ekonomik krizin ilk günlerinde kapıldığım o tuhaf duygudan bir türlü kurtulamamıştım; “bu sıradan bir kriz değil…” Bana öyle geliyordu ki; ateşin bulunması, Fransız İhtilali, Berlin Duvarının yıkılması gibi insanlık tarihinin çok çok önemli olayları gibi bir şeyle karşı karşıyaydık. Etkilerini, sonuçlarını kısa vadede göremeyeceğimiz, ama toplum yaşamı için normal sayılabilecek 80-100 yıllık bir süreç içinde insanlığa getirecekleri ortaya çıkacak bir önemli olay olarak algılıyordum.”

Bu algılamamız değişmedi.
Aksine yukarıda alıntıladığımız makaleden birkaç gün sonra;
“Yaşanan derin kriz nedeniyle insanlığın sonunun falan geldiği yok. Sadece bugüne kadar bildiğimiz ekonomik modellerin, üretim yöntemlerinin sonuna geldik.
Dünyada hâkim olan ekonomi mimarisi yerle bir oldu, yerine yeni bir üretim yöntemi, paylaşım modeli, kısacası ekonomi mimarisi inşa edilecek.
Ancak ne yazık ki, şu anda dünya coğrafyasını paylaşanlar bu yeni mimarisinin inşa edildiğini göremeyecekler. Bizler sadece mevcudun yıkılmasının tanıklarıyız. Belki bir sonraki kuşağımızdan itibaren yıkılan mimarinin yerine inşa edilecek olana karar verilmiş ve yapılandırılmaya başlanmış olacak”
diye yazmışız.

Baharın ayak seslerinin duyulduğu Nisan ayında, bunca kötü beklentiyi bir araya getirmeyi başardı ya, helâl olsun Mehmet Bülent Robini’ye…
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Nisan sayısında yayınlanmıştır.)

13 Nisan 2010 Salı

“kabil, chance, remeş, aigner yerine, eker'e mecbur olmak..."


Kırmızı et fiyatlarındaki artışı değerlendiren Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) Başkan Yardımcısı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz; “son iki ayda kırmızı et fiyatları yüzde 25 arttı” dedi.
Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) Başkan Yardımcısı ve Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konuyla ilgi olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) tarafından ilk kez 6 Şubat 2010 tarihinde gündeme getirilen kırmızı et fiyatlarındaki anormal artış konusunda, bugüne kadar iyileştirici veya çözüme yönelik hiçbir gelişme yaşanmamıştır.

Kırmızı et fiyatları hızlı şekilde artmaya devam etmektedir.
Sağlıklı Gıda Platformu (SGP)’nun konuyu ilk kez ülke gündemine getirdiği 6 Şubat 2010 tarihinden bu yana et fiyatlarındaki artış oranı, ortalama yüzde 25 olarak gerçekleşmiştir.

KIRMIZI ET TÜRÜ 06.02.2010 1 0.04.2010 ARTIŞ ORANI (%)Kıyma 27.00 32.00 18,51
Kuşbaşı 29.00 35.00 20,68
Biftek 32.00 40.00 32,00
Kuzu eti 24.00 30.00 25,00

Tüketici için bu fiyatlarla et alıp tenceresine koyması olanaksızdır.
Ne olduğu bilinmeyen ve ancak fiyatı gerçek kırmızı et fiyatlarına göre daha düşük olan ürünlere yönelmek zorunda bırakılan tüketici, sağlığı ve cebi arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır.
At, eşek ve domuz etleri piyasada cirit atmakta, ucuz fiyatları ile tüketicinin aklını çelmeye devam etmektedir.

Öte yandan tüketiciye gerçek kırmızı et ulaştırmaya çalışan sektör kuruluşları da, zor günler geçirmektedirler. Yıllardır faaliyet gösteren, marka haline gelmiş firmalar dahil, et sektöründe bulunan tüm firmalar azalan tüketici talebi nedeniyle kepenk kapatma noktasına gelmiş bulunmaktadırlar.

Kırmızı et sektöründe yaşanan ve tüm ülkeyi ilgilendiren bu olağandışı gelişmeler üzerine başta Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) olmak üzere konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve meslek kuruluşları tarafından dile getirilen önlem ve çözüm önerileri, ne yazık ki başta Tarım Bakanı Mehdi Eker olmak üzere ilgili, yetkili ve sorumlu kamu görevlileri tarafından reddedilmiştir.

“Bozulan arz-talep dengesinin sağlanması ve piyasanın yükselen ateşinin söndürülmesi için acilen et ithalatı yapılmalıdır” diyen uzman çevrelerin görüşlerine itibar etmeyen Tarım Bakanı Mehdi Eker, Türk hayvancılığını geliştirmek ve hayvan varlığını arttırmak iddiasını öne sürerek, et ithalatı yapılmayacağını belirtmiştir.
Bakanın bu anlaşılmaz ve yanlışlarla dolu politikası, ne yazık ki siyasi iktidar yanlısı bazı sivil toplum örgütü ve meslek kuruluşlarınca da desteklenmiştir.
Sonuç ortadadır: Uzaydan dana yağmamış, hayvan varlığımız da artmamıştır.
Aksine ithalat yapılmadan geçirilen iki ayda, et fiyatları yüzde 25 artmıştır.

Yurttaşına 3,35 USD. İle et yediren Bulgaristan Tarım Bakanı Nihat Kabil,
5 USD lik et fiyatını daha da düşürmek için çalışan Romanya Tarım Bakanı Decebal Traian Remeş,
2,5 USD lik et fiyatı ile ucuzlukta rekora koşan Avustralya Tarım Bakanı Kim Chance,
2,4 EUR luk fiyatın fazla olduğunu ve bununla mücadele edeceğini açıklayan Almanya Tarım Bakanı Ilse Aigner
varken;

artan fiyatlarla mücadelede icraat yerine laf üreten ve iki ayda fiyatların yüzde 25 artmasına seyirci kalan Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanı Mehdi Eker’e mecbur değiliz.
Kendisi de bakanlık yapmaya mecbur değildir.

Mehmet Bülent Deniz
Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) Başkan Yardımcısı
Tüketici Hakları Uzmanı