Bazı köşe yazarlarını kıskanırım,
Ankara’nın derin kulislerinden haber getiren kaynakları vardır.
Kiminin “minik kuşu”, kiminin
“Genelkurmay’ın üst düzey yetkilisi”, kiminin de “Taha Kıvanç”ı…
Bu “kaynak”lar hep bir adım öndedir.
Kamuoyunca bilinmeyen, gelecekte olacakları önceden söyleyen ve genelde de hep
doğru çıkan böylesi kaynağa sahip olmak bir gazeteci için ne büyük şanstır diye
düşünürüm. Hani “Fuat Avni’si olan gazetecinin, kâhinlikte Nirvana yapması gibi
bir şey…
Biz sıradan okuyucular, geleceğe dair
umutsuz medya okuryazarlığı işiyle uğraşırken, bu şanslı köşe yazarlarının
kaleminden; yarına, haftaya, gelecek altı ay içinde olacaklara ilişkin satırlar
dökülüverir.
Ama hep flu bilgilerdir, ya da “yazarı
cimridir” diye düşünürüm.
O gizemli kaynaklarından öğrendiklerinin,
“bilmem yüzde kaçını yazıyorlar” diye kıskançlık içinde hayıflanmak da cabası.
Şans
Kapıyı Kırınca…
Neyse ki, bir köşe yazarı ve gazeteci
olmasam da, şans bana da güldü.
Geçenlerde Ankara’ya iş için gittiğimde,
Kızılay’da yönümü bulmaya çalışırken, bir el dokundu sırtıma..
Yıllar öncesinden, lise arkadaşım.
Benden dört sıra önde oturup işi gücü
haylazlık olan bir ergen dönem arkadaşı.
Hoşbeş için bir kafeye sığınıp içilen
kahveye yıllar öncesinin anıları eşlik ederken, bomba patladı; meğerse lisedeki
haylaz arkadaşım Ankara’da siyasilere danışmanlık hizmeti veren bir şirketin
sahibiymiş ve de kulakları da bayağı delikmiş.
AKP,
Yüzde 35’i Zor Alır
Eh, her şeyi önceden bilebilecek birine
denk gelmişken, 7 Haziran’ı konuşmamak olmazdı. Müstakbel kaynağımı ürkütmeden
deşmeye başladım.
“AKP tek başına iktidar olacak, kesin” dedim. Gürültüyle
kahkaha atınca, yan masalardan çekinip siniverdim, ama haylaz arkadaşım sesini
iyice kısarak; “kesin mi, bence değil” dedi. “Anketlerin yüzde 40’ları işaret
etmesini dikkate alma. Yüzde 35 büyük başarı olacaktır iktidar için…”
İnanmayan gözlerime bakarken, başladı
dökülmeye; “Bakma sen onüçyıldır bütün seçimleri kazanmasına, 2010 yılına kadar
gerçekten yıllardır yapılamayanlar yapıldı. Demokratikleşme, insan hakları,
yatırımlar, falan filan.. Ama, saat o seçimden beri geri sayıyor.”
Millet
Erdoğan’a Borcunu Ödedi
“İyi de” dedim, “2010’dan
sonra yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de aldılar.”
“O seçimler, milletin Recep Tayyip
Erdoğan’a olan borcun son taksitleriydi” yanıtını alınca, aklım hepten
karıştı ve arkadaşımın benimle “kafa bulduğuna” kanaate ettim. Biraz da
kızgınlıkla söylediğim; “ne borcu kardeşim, biz zaten bunları
yapsınlar diye seçmiyor muyuz bu insanları” sözüm üzerine, yine o
gürültülü kahkahalarından birini atıverdi ve soluksuz dökülmeye başladı;
”Kızma ya, seninle kafa bulduğum falan yok.
Olay şu; ülkedeki dindar kesime, hadi biraz
yumuşatayım, diniyle ilgili insanlara sistemin yaptığı eziyeti biliyorsun.
Hatta sen bile bu yüzden yıllarını insan
hakları için harcamadın mı?
28 Şubat’ta rejimin karşısına dikiliveren
az sayıdaki insandan biriydin. Örtüsü yüzünden okullarının kapısından geri
çevrilenler, mesleğinden atılan öğretmenler, örgüt diye basılan camiler, evler,
kanıt diye toplanan Kur’an-ı kerim’ler.. Bunları sana anlatmama gerek yok,
hepsini benden daha iyi biliyorsun, birebir yaşadın. Sistem tüm ağırlığı ile
milyonların üzerine çökmüştü.
2002’den sonra ne oldu? Tek başına oluşan
bir iktidar ve AB süreci, demokratikleşme, vesayet ile mücadele derken, şimdi
meslektaşların bile duruşmalara başörtüsüyle girebiliyor, okulların hepsinde
serbest.
Dindar olmak, eskisi gibi rejimin hedef
bellediği bir durum değil artık. Hatta dindar görünmenin prim yaptığı yılları
yaşıyor insanlar.
Yıllardır biriken bu baskıyı, zulmü
kaldıran da AKP iktidarı. Daha açık konuşayım, partiden çok kelleyi koltuğa
alarak ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan bu işin mimarı. Halk bunu öyle
görüyor, biliyor. Kendisi için bunca riski göze almış, ülkeyi kendisi için
yaşanabilir duruma getirmiş bir lidere borçlu hisseder halk. Bu da böyle bir
şey.
İşte bu borcun kalan son taksitleriydi
yerel seçimler, lideri Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmak.”
Borç
Bitti, Seçmen Artık Özgür
Açıkçası arkadaşımın soluksuz anlattıklarını
kesmeden dinlemek için kendisimi zorladım. Ama bir yere kadar, “kendin
söylüyorsun, “borç ödemesi”ymiş diye, borcun kapandığını nereden biliyorsun” diye
patladım.
“Sakin ol hele” dedi. “Bu
ülkede gelinebilecek en yüksek makam şimdinin Beştepe’sidir. Ondan ötesi yok.
Seçmen kendisini, borcunu ödemiş ve özgür
hissediyor artık. Borçlu olduğu kişiye siyaseten, hukuken tüm dokunulmazlıkları
veren makama getirdikten sonra, şimdi cebine elini sokanlarla, artık çuvala
sığmayan yolsuzluklarla, onüç yılda yapılan bütün demokratikleşme adımlarını,
“paralel” feryadıyla tersine çevirip yalayan-yutan ve devlet partisi haline
dönüşmüş iktidar partisi ile hesaplaşacaktır.
Bak bu hesaplaşmanın şiddeti ne olur
bilemem, ama yüzde 35 AKP için mucizevi bir başarı olacaktır.”
Çalan telefon ağzım açık, aklıma yatmayan
bu uçuk-kaçık analizi dinleme işine son verdi.
Apar topar, hesabı isteyip kalkma vakti.
“Bak” dedim, “bu
saçma sapan analizlerini sağda solda yazarım, kızmayasın sonra.”
“Biliyorum, sosyal medyayı iyi
kullanıyorsun” diye
yanıtladı, hesabı öderken. “Rahatlıkla yazabilirsin. Ben sana bu
anlattıklarımı, Ankara’da seçim yarışına girenlere parayla satıyorum. Ama beni
faş etme.”
Kapının önünde vedalaşırken, “bu
kadarla kalmaz” dedim. “Sana bir isim takarım, sendeki kulis
bilgilerini, parayla sattığın analizleri emer, sağda solda yazar, havamı
atarım.”
Arabasına koşarken döndü; “şu
Ankara türküsündeki “büklüm” diye tanıt beni, unutmadan haftaya İstanbul’dayım,
beni Boğaz’a götür, daha neler var anlatacağım.”
Uçuk-kaçık siyasi, senaryoları dinledim
diye kendime kızarken, düşündüm; “ulan, haftaya İstanbul’a geldiğinde, seni
Boğaz’da sarhoş edip tüm bildiklerini anlattırmazsam, yuh olsun bana…”