Yaklaşık üç-dört aydır her yerde, her
zaman, o kadar çok “çözüm süreci”
nitelemesini duyup, okudum ki; bazen çözüm
süreci” denen şeyin canlı bir organizma olduğunu düşünmüyor değilim.
Duyguları, düşüncesi, değerlendirmesi ve
yargısı olan bir yaratık gibi görünmeye başladı bu “şey”.
Bu yüzden “çözüm süreci”nin, bu coğrafyada yaşayan herkesi bunak zannetme
gibi insani bir hasleti olduğundan falan kuşkulanmaya başladım.
Çekincesiz “EVET”
Kimimizin “terör sorunu”, kimimizin “Kürt
sorunu” olarak adlandırdığı ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ortak
paydası “sorun” sözcüğü olan durumun
çözülmesine yönelik atılacak tüm adımları; çekincesiz, koşulsuz, “ama”sız,
“fakat”sız destekliyorum.
Bu, benim peşin beyanımdır.
Otuz yıldan fazla süredir kanayan,
kanatılan bu yaranın iyileştirilmesi için atılacak her adımın, ortaya konulacak
her çabanın desteklenmesi gerektiğine ilişkin, şu anda yürütülen “çözüm süreci”ni özel olarak
gözetmeksizin ifade ettiğim bu çekincesiz destek beyanımı paylaşan milyonlarca
insanla, bu coğrafyada birlikte yaşadığıma inanıyorum.
İlkeleri Feda Eden Çözüm, Çözer mi?
Şu anda yürüyen süreç; yetmişbeş milyonluk
bir ülkede, otuz yıldır süren ve insanları canından, yurdundan, dünyasından
eden bir soruna ilişkin olunca, ister istemez bir takım sorunları da
beraberinde taşıyor.
Yukarıda desteğini açıklamış bir yurttaş
olarak, yürütülen süreçte tehlikeli ve açıkçası mide bulandırıcı olarak
nitelendirdiğim üç soruna işaret etmek istiyorum.
Bu üç sorunun temel ve ortak özelliği,
yaşamsal bazı ilkelerin süreç uğruna feda edilmesi yanlışını içermesidir.
İlki; Roboski
(Uludere) olayında bugün gelinen noktadır.
Uçaklardan atılan bombalarla ölüme yürüyen
onlarca yurttaşımızın hakkı, hukuku bu ülkede yaşayan herkesin boynundadır ve
yerine getirilmesi hepimizin borcudur.
İşte bu nedenle olayın olduğu günden bu
yana sorumluların tespit edilmesi, yargılanması ve cezalandırılması yönünde çok
güçlü bir kamuoyu oluştu.
Aradan aylar geçmesine rağmen bu konudaki
toplumsal talep hiç dinmedi, susmadı.
Bu güçlü toplumsal talebin karşısında
duramayan siyasi iktidar, bekleneni yaptı ve sorunu kurdurduğu bir Araştırma
Komisyonuna havale ederek, zaman kazandı.
Bu siyasi manevraya rağmen işin peşini
bırakmayan kamuoyu, komisyon raporunun yazılması ve açıklanması noktasına kadar
konunun takipçisi oldu.
Sonra…
Sonrası biliniyor.
Sorumluları tespit edip cezalandırılmaları
için teşhir etmesi beklenen, gereken Komisyon Raporu bomboş bir içerikle
açıklandı.
Bu konudaki kamuoyu duyarlılığı dikkate
alındığında, Komisyon Raporunun açıklandığı günden itibaren kamuoyunun yoğun ve
güçlü tepkisini ortaya konması şaşırtıcı olmazdı.
Hiç hatırlıyor musunuz böyle güçlü ve sürekli
bir kamuoyu tepkisini?..
Ben hatırlamıyorum.
Zamanlamanın Büyüsü
Komisyon Raporunun açıklandığı dönem, “çözüm süreci”nin yürümeye başladığı
dönemin içinde.
Yani yetkili-yetkisiz, ilgili-ilgisiz bütün
ağızlardan “bu dönemde duyarlı davranmak gerek, sözlerimize dikkate etmeliyiz,
sürecin bozulmasına izin verilmemelidir” öğütlerinin döküldüğü dönemin
içinde…
Siyasi iktidar ve ülkemizin bir kısmı, Roboski
meselesinin böylelikle kapatılmasında hem iktidarları hem de ülkenin
selameti(!) için yarar umabilir, böyle bir sonuca gidilebilmesi için zamanlama
dahil her şeyi yapmış, gözetmiş olabilir.
Garip olan bu değil.
Garip olan Roboski konusunda doğrudan
mağdur durumundaki Kürt halkının ve örgütlenmelerinin bu konudaki taleplerinden
adeta vazgeçmiş bir tutum içine girmiş olmalarıdır.
Aylardır bu işin peşini kovalayan herkesin,
özellikle Kürt kamuoyunun bu konuda birden bire sessizliğe bürünmesi, Roboski sanki
hiç yaşanmamış gibi davranması, “çözüm
süreci” için hoş görülebilir mi?
Onlarca Roboskili çocuğun hakkı-hukuku, her
şeyden önemlisi yapılan bir zulme sessiz kalmayıp zalime karşı çıkmayı gerektiren
insani erdemimiz, “çözüm süreci” nde
feda mı ediliyor?
Takma Bacak
Tüm ülkeyi bağlayan, ülkede yaşayan herkesi
ilgilendiren günlerdeyiz.
Yaşananların ülkeye anlatılması,
ortaklaşılması ve çözüme yürünmesi gerekiyor.
Bunun için bulunan formül, Âkiller Heyeti.
Onlarca aydınımız, sanatçımız, insanımız
yola düştü, kent kent dolaşıp süreci anlatıyor.
Anlatmak yeter mi?
Toplumsal uzlaşının sağlanması, hadi bu
iddialı beklentiyi geçelim, birbirimizin ne düşündüğünü öğrenebilmek için güzel
bir fırsat.
Yani Âkil Adamlarımız sadece anlatmamalı,
aynı zaman da dinlemeliler.
Heyet üyeleri ellerinde geldiğince bu
etkileşimi sağlamaya gayretli görünüyorlar.
Süreci benimseyen-benimsemeyen herkesi
dinlemeye çalışıyorlar.
Ancak sürece karşı olduğu anlatan, anlatmak
isteyen, bilinsin isteyen
yurttaşların düşüncelerini açıklamaları,
Başbakan seviyesinden başlayarak en ağır, katı ve kimi zaman da hakarete
varan bir söylemle karşılanıyor, bu düşünce sahipleri nerdeyse vatan haini,
barışı istemeyen, savaştan yarar sağlayan kişiler olarak nitelendiriliyor.
Şiir okudu, yani düşüncesini açıkladı diye
hapiste yatmış bir başbakan tarafından yönetilen siyasi iktidarın, düşüncesini
açıklamaya çalışan yurttaşlarını bu şekilde nitelemesi, yaftalaması ne kadar
tutarlı?
Yoksa tutarlılık da mı artık gerekli değil
ve varsın çözüm süreci” için feda
olsun…
(Bu paragrafın başındaki Takma Bacak başlığı ne ola ki diye
merak edenlerimiz için; kendisini ifade etmesine izin verilmeyen bir gazi
yurttaşın kendisini ifade yöntemi olmasın sakın…)
Neyi, Ne Kadar ve Ne Zaman Bileceğinizi, Biz Biliriz
“Aman süreç çok hassas.”
Hep
duyduğumuz bu?
İyi de bu
süreç nasıl işleyecek?
Ne gibi
gelişmeler sağlanacak?
Taleplerin
ne kadarı karşılanabilecek?
Bunları
bilmeyi isteyen kamuoyuna, sayın Başbakan geçenlerde cevap verdi: “Biz
milletimizin bilmesi gerektiğine inandığımız her şeyi, yeri ve zamanı
geldiğinde, tüm açıklıkla milletimize
anlatacağız…”
Eh bu
devletlû sözden sonra, bu makalenin son noktasını koyma vakti gelmiş demektir.
Roboski’yi,
Pınarhisar cezaevine giden süreci ve şeffaflığın demokratik iklimin güneşi olduğunu
unutacak kadar bunamadık deyip son noktayı koyalım elbette.