1999 Depreminde bir çok şey enkaz altında
kalmıştı.
Devletin devasa aygıtı, olanakları, kimi
zaman da insanlığımız…
Çöken binaların altında kalan bir şey daha
vardı; o yıllarda yaşamımızı henüz işgal etmeye başlamış olan cep telefonları.
Şimdiki gibi yine üç şebeke, isimleri
değişik; Turkcell, Telsim, Aycell (yoksa Aria mıydı?)
Enkazın altında, cep telefonlarının kendisi
ile birlikte bu firmalar da kalmıştı.
Günlerce süren sessizlik, çalışmayan
hatlar...
Görüldü ki, çağın teknolojisi
iddiasındakilerin, “7.4”lük canları varmış aslında.
“15/17
OCAK-CEPLER SUSACAK”
O zamanlarda başka bir tüketici örgütü,
Müstakil Tüketiciler Birliği’nin başındaydım.
Deprem ülkenin aklını başına getirmiş, her
şeyi yeniden sorgulamaya başlamıştık.
Soru soranlar kervanında biz de vardık; “Bu
kadar sabit ücret alıyorlar, yüksek vergiler ödüyoruz, tarifeler ateş pahası.
Ama depremde çalışmadı, kaç gün geçti hala çalışmıyor bu cep telefonları”
diyerek başlayan bir çalışmaydı “15/17 OCAK-CEPLER SUSACAK” kampanyası.
O tarihte yaklaşık altı milyon kullanıcının dört milyonunun,
üç gün boyunca cep telefonlarını kullanmadığı, ülkenin ilk ve en büyük tüketici
eylemi.
Soruyu
Sormak Gerek
O dönemde tanıştık Birol Aydın ile.
Zaman Gazetesindeydi.
Depremle ilgili neler yaptığımızı sormak
için aramış, ben de yapmaya hazırlandığımız cep telefonu eyleminden söz
etmiştim.
İlgisini çekmiş, hemen her gün birbirimizi aramış,
karşılıklı bilgileri paylaşmıştık.
Ve nihayet, -sanıyorum 13 veya- 14 Ocak
2000 tarihli Zaman’ın birinci sayfasında, sürmanşet tabir edilen puntolarla “CEPLER SUSACAK” manşeti, mütevazi bir
derneğin ondan da mütevazi boyutlarda kalmaya mahkûm kampanyasını Türkiye’ye
duyurmuştu.
Ondandır, o kampanyanın en büyük eylem
olması.
...
Çok zaman düşündüm, o iddialı manşeti atmak
da cesaret işiydi.
(2000 yılında, o koşullarda) toplumda
karşılığı var mıydı o tepkinin?
Sanıyorum şöyle yanıtladım kendimi; “bazen
o soruyu toplumun sorması gerektiğini, topluma anlatmak gerekir.”
Birol Aydın’ın yaptığı, tam da buydu.
...
Sadece topluma mı?
Bazen atladığımız, göremediğimiz,
işitemediğimiz, anlamadığımız konular için bizi arar, o her zamanki güçlü
nezaketiyle bizi alır, görmemizi istediği yere getirir, usulca bırakırdı.
O hızlı, cesur, yetenekli bir gazeteciydi.
O, mesleğinin ilk yıllarında, biz de sivil
toplum işlerine yeni bulaşmıştık.
Birlikte büyüdük, birlikte öğrendik,
birbirimize öğrettik çok şeyi.
Zorunlu
Bağış Haritası
Yine 2000’li yıllar.
2003 veya 2004.
Hangi devlet dairesine gitsek, uzatılan bir
makbuzla bağış yapmadan işimizi göremediğimiz zamanlar.
Her devlet kurumunun ve okulun içine
çöreklenmiş “bilmem ne koruma derneği”ne
uğramadan nüfus cüzdanı alamıyor, çocuğumuzu okula kaydettiremiyor, tapu
çıkartamıyorduk.
Toplanan paralar birilerinin cebinden çok kurumun
ihtiyaçlarına harcanıyordu. Buna inanıyorduk.
Devletin ihtiyacı var, yurttaşından yardım
istiyordu.
İtiraz Birol Aydın’dan gelmişti; “toplanan
para kadar vergi koysunlar, harç koysunlar, bütçeye alsınlar. Gelen-giden
denetlensin.”
O soruyu bize de sordurtmuştu.
Birlikte ülkenin “Zorunlu Bağış Haritası”nı oluşturmaya başlamıştık.
Yurttaşa çağrı yapmış; hangi kurumda, ne
kadar zorla bağış alınıyor listeleyelim demiş, bunu ülkeye duyuran da, yine ısrarlı manşetleriyle Birol
Aydın olmuştu.
O çalışma sonrası iktidar yasa çıkarmış,
kamu kurumları bünyesindeki dernek ve vakıflar kapatılmış veya kamu kurumu
dışına çıkarılmış, okullarda zorunlu bağışın önü hissedilir ölçüde kesilmiş, her
şeyden önce bu dernek ve vakıfların kasasının örtülü ödenek gibi kullanılması
işi bitirilmişti.
Yandaş
Olmadı, Olandan Uzak Durdu
Bir gün bir eposta düştü kutuma.
Birol Aydın’dan geliyordu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bir
uygulamasından söz edip bu konuda neden bir şey yapmadığımızı, sessiz
kaldığımızı soruyordu.
Sormakla kalmıyor, “iktidardakilerin adamı” mı olduk diye veryansın ediyordu.
Geçmiş zaman; tepkisine neden olacak bir
durumun olmadığını anlatmıştık, barışmıştı bizimle.
Sadece doğrudan, adaletten, milletinden,
ülkesinden ve Hakk’tan yana yandaştı.
Başka hiçbir şeye yandaş olmadı, olandan da
uzak durdu.
Hani medyanın içinde bulunduğu, eğrilerin
doğrultulmak istendiği, doğruların da yalan fırınlarına atılıp eritilmeye
çalışıldığı zamanlar için “gazeteci
nasıl olur” sorusunun yanıtıydı Birol Aydın.
....
Gerçek gazeteci görmek için Birol Aydın’a
bakın, yeterli.
Sadece ona değil, yanındaki meslektaşlarına
da bakın.
....
O, haberciydi, ben haber kaynağı.
İkimiz de fâni.
Yola koyulan şimdilik o oldu.
Uğurlar olsun Birol Aydın.
Hakkımız var ise, helâldir.