Türkçesi olmayan bir sözcük; trainspotting…
Oyun, takıntılı hobi gibi anlamları içeren bir
deyim.
Welsh’in 1993’de yazdığı ilk romanı.
Roman uyuşturucu kullanan, ezilmiş,
dışlanmış, suç makinesi beş İskoç gencinin öyküsünü anlatıyor ve 1996’da
sinemaya konu oldu.
Film büyük gürültü kopardı. ‘Uyuşturucu
kullanımına özendiriyor/hayır, uyuşturucu karşıtı’ tartışmaları başladı.
Öykü her ne kadar ‘uyuşturucu’ya
odaklanıyor olsa da, beş gençten biri olan Mark Renton’un ‘altın vuruş’a giden
yolda; ‘Hayatı seç. Mesleğini, kariyerini seç.
Kocaman bir televizyon seç. Otomatik çamaşır makinesini seç. Arabanı, CD çalarını
ve elektrikli ev aletlerini seç. Sağlığını, düşük kolesterolü ve dişlerine ilk
günkü gibi bakmayı, yatırıma en yüksek faiz veren ve borçlara en az faiz
uygulayan bankayı seç. Pembe panjurlu bir ev seç. Arkadaşlarını dikkatli seç.
İyi bir tatili, en güzel elbiseleri seç. Dini ve dua ederken ne olduğumuzu
düşünmeyi seç. O aptal televizyonun karşısında oturup, o aptal programları
seyrederken sürekli tıkınmayı seç. Sonunda da sefil bir evde yalnız başına
geberip giderken yerini, senin yerine geçmek için seni kandıran bencillere
bırakmayı seç. Çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin veletlere rezil olacak biçimde
kendi altına etmeyi seç. Geleceğini seç. Hayatı seç... Ama neden böyle bir şey
yapmayı isteyeyim ki?’ manifestosuyla ‘yaşamı seçmemeyi seçmek’le
noktalanır.
Filmin en çarpıcı iki sahnesinden
(diğeri klozetin içine giriş sahnesi) biri olan Mark Renton’un derin sarhoşluk
içinde hastaneye götürülmesi bölümünde çalan şarkı, en az film kadar hafızlarda
yer etti; Lou Reed söyledi, Perfect Day’i…
Ve bu şarkı U2, Bono, David Bowie,
Pavarotti, Coldplay, Duran Duran gibi sanatçılar tarafından da seslendirildi.
Belki de, bazen ‘seçmemeyi seçmek
seçeneği’nin olduğunu anımsamak gerekiyor.