24 Mayıs 2010 Pazartesi

"YOĞUN BAKIM, YOĞUN BAKIMLIK..."


Yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısını değerlendiren Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz; “yatak başına düşen kişi sayısı, sağlığımızın tehdit altında olduğunu ortaya koymaktadır” dedi.
Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Yoğun bakım ünitesi; bir ya da birden fazla organın geçici olarak yetersizliği nedeni ile vücudun aksamış olan fonksiyonlarının desteklenmesi ve bu süreç içerisinde hastanın hayatta kalmasına yönelik faaliyetleri kapsayan, özellikle yapay solunum cihazı başta olmak üzere her türlü cihaz ve teknolojiyi kullanan bilgi ve yetenekleri buna uygun sağlık personelinin bulunduğu sağlık birimidir. Yoğun bakım ünitesi, hasta yaşamının korunması ve sürdürülmesi için yaşamsal öneme sahiptir.

Ülkemizin belli başlı illerinde bulunan yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısı konusunda yaptığımız araştırma, vahim bir tabloyu ortaya koymaktadır:

ADANA...............486.....154.....640....1.879.478.....2890
ANKARA............844......323.....1167..4.007.869....3435
ESKİŞEHİR.......96.........21........117....706.009......6035
GAZİANTEP.....227.......169......396....1.285.249...3246
İSTANBUL.......785........2041...2826.10.018.735..3546
İZMİR...............384........146......530...3.370.866.....6361
TRABZON........141.......29.........170..975.137.........5737
VAN...................49.........45.........94.....877.524........9336
(*)İlk sütun, devlet hastanelerindeki yatak sayısı, ikinci sütun özel hastanelerdeki yatak sayısı, üçüncü sütun toplam yatak sayısı, dördüncü sütun il nüfusu, beşinci sütun, yatak başına düşen kişi sayısını göstermektedir.

Örnek olarak verilen ve diğerlerine göre büyük il niteliğindeki bu merkezlerin dışında kalan illerimiz için bu tablo daha da olumsuzdur. Bu tablo, yoğun bakım yatak sayısının, yoğun bakımda olduğunu çarpıcı şekilde göstermektedir.

Yine yoğun bakım ünitelerinde yatak sayısının azlığı yanında, yoğun bakım konusunda eğitilmiş yeterli sayıda sağlık personeli de bulunmamaktadır.

Yoğun bakım ünitelerinde boş yatak olmaması nedeniyle hastalığının verdiği ızdırabı dindirilemeyen ve yaşama veda etmek zorunda kalan çok sayıda yurttaşımızın olduğu bir gerçektir.

Yine kamu kuruluşlarındaki yoğun bakım ünitelerinde yer bulamayan hastalar, özel sağlık kuruluşlarındaki yoğun bakım ünitelerinde tedavi olmak zorunda kalmakta, oldukça pahalı olan bu sağlık hizmeti nedeniyle maddi yönden sıkıntıya düşmektedirler.

Sağlık hizmetlerinin planlaması ve yurttaşa ulaştırılmasında, yoğun bakım yatak sayısını arttıracak önlemler alınmalıdır.
Mehmet Bülent Deniz

21 Mayıs 2010 Cuma

Ya Yorgan Yoksa?



Çember daralıyor…
Cebinde 46 milyon adet kredi kartı taşıyan, 18 milyon tüketicinin büyük çoğunluğu için yolun sonu ufukta görünmeye başladı.
Veriler iç açıcı değil. Her açıklanan veri, bir önceki dönemi olumsuzlukta katlıyor.
Kredi kartlarında oluşan borç stoku, Türkiye’nin 2010 yılı bütçe büyüklüğünün neredeyse yarısına ulaştı.
Şu anda iki buçuk milyona yakın tüketici, yani “hane” için icra takibi başlatılmış durumda. Her hanede dört kişinin yaşadığını düşündüğümüzde, on milyon yurttaşımız bugünlerde, icra dairelerinden gelen zarfları açmakla, banka avukatlarına, icra memurlarına dert anlatmakla meşgul.
Bunları beceremeyenlerse, intihar dâhil her türlü olumsuz seçenek üzerinde düşünüyor olmalı…

“Kredi Kartı Vak’ası”nı Anlayabilmek…
Türkiye
kredi kartı sorununu 2001 yılından bu yana biliyor ve ne yazık ki, o dönemden bu döneme, “kredi kartları vak’ası” çözümleyebilmiş değil.
Kolaycı yaklaşımlar var; “Tüketici kredi kartını kullanmasını bilmiyor…” ya da “şu bankalar da, önüne gelene kart vermesinler canım…” tarzı…
Bu kolaycı yaklaşımlar ile kredi kartlarında doğru çözümlemeye ulaşmak mümkün değil.
Gerçekçi analizler bize hem sorunun boyutunu, hem nedenini ve hem de çözümünü söylüyor aslında…
Kredi kartı harcamalarının yarısından fazlası gıda, ısınma, eğitim, iletişim gibi yaşamın devamlılığı için zorunlu olan kalemlerden oluşuyor.
Yani cebine kartı koyan, alışveriş merkezlerine, lüks restoranlara koşup kartın canını çıkarmış değil.
Akşam evine yiyecek götürmek, kimi zaman doğalgaz faturasını ödemek, çocuğun eğitim giderlerini karşılamak için cebe giren elleri bekleyen çoğu kez, nakit para yerine kredi kartları oluyor.
Evet, saptayabileceğimiz birinci temel neden, ülke genelinin refah düzeyinin gelişmemiş olduğu ve milyonların, yaşamları için zorunlu harcamalarını borçlanarak yapmak zorunda oldukları.
Bugünden yarına bunu düzeltmek mümkün değil.
En azından bendeniz kendimi bilmeye başladığım 1970’li yılardan bu yana bunun düzeltilmesi gerektiğini işitenlerden ve hala düzeltilmesini bekleyenlerdenim.

15 Dakikada Kredi Kartı Verilir
Geçenlerde bir banka şubesinde gördüm bu yazıyı…
Görevliye sordum; “gerçekten şu anda size başvursam, 15 dakikada kredi kartı verebiliyor musunuz” diye…
Banka görevlisi, “hayır” dedi, “15 dakikada değil, 12 dakikada kredi kartınız hazır…”
Bankaların ticari bankacılığı bir kenara bırakıp, bireysel bankacılığa yönelmelerinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, dolaşımdaki 46 milyon kart sayısı, bankaların cebimize kredi kartı sokuşturmak için nasıl da yarıştıklarının en somut göstergesi.
Neden yarışmasınlar ki?
En tatlı kâr kredi kartlarında.
Tüketiciye verdiğimiz her kredi kartı için hukuka, Yargıtay kararlarına aykırı da olsa, yılda elli lira kart aidatı alırız, tüketici hesap özetinin tamamını değil de, asgari tutarı ödemeye kalktığında aylık yüzde 3,66 faizi bindiririz, hele bir de asgari tutar da ödenmedi mi, üzerine ekleriz temerrüt faizini…
Banka bilançolarındaki kârlılığın temel kaynaklarının başında, bankaların kredi kartlarından elde ettikleri bu maliyeti az, kendi büyük ve tatlı kârlar geliyor.
İşte bu tatlı kâr yarışında gelir durumu, eğitim durumu, ödeyebilme yeteneği ve benzeri hiçbir kriter gözetilmeksizin tüketicinin cebine kredi kartları sokuşturuluyor.
İyi ama tüketici kredi kart borcunu ödemediğinde, banka bu işten zarar etmiyor mu?
Niye etsin ki?
Kredi kartını verdiğinde ilk birkaç ay ödemesini almış, aidatını tahsil etmişse, sonrasında borç ödenmese de olur.
Veririz tüketiciyi icraya. Malını ararız, bulursak haczederiz.
Bulamazsak da, alırız icra dairesinden bir aciz vesikası, maliyeye bildiririz, kredi kart alacağımızı ödeyeceğimiz vergiden düşeriz, olur biter.

Kayıtiçi Masallar…
Dünya ekonomisinde nakit dolaşımının minimum düzeyde olmasına ilişkin temel eğilim nedeniyle ekonominin her hücresinin kaydî hale getirilmesi, değerlerin, akışın kağıt üzerinde olması, plastik paraya tüketiciyi mecbur kılıyor aslında.
Maaşların banka hesaplarına yattığı, kiranın, faturaların banka hesaplarından otomatik ödendiği ortamın doğal sonucu kredi kartıdır.
Tüketici cebinde nakit yerine kartını taşıyacak, harcamalarını kartıyla yapacak, ödeme zamanı geldiğinde banka hesabına yatan maaşı ile kredi kart borcu ödenecek.
Sistemin böyle işlemesi gerekiyor.
Gerekiyor, ama dünyada eşi benzeri olmayan “asgari ödeme tuzağı” nedeniyle işlemesi gereken sistem, tüketiciyi sürekli olarak borçlandıran, borcunu arttıran ve bir noktadan sonra da sadece banka borcunu ödemek için çalışan insanlar haline dönüştürüyor.

Zor Aritmetik
Diyelim cebimizde “sıfır” bir kredi kartı var, hiç kullanılmamış.
Bu kartımızdan bin lira harcayalım ve bir daha da karta elimizi sürmeyelim.
Bin liralık borcu, asgari tutarı ödeyerek kaç ayda sıfırlayabiliriz sizce?
Geçenlerde katıldığımız bir TV programında bu soruyu stüdyodaki izleyicilere sormuş, “15 ay”, “20 ay” gibi iyimser rakamlar üzerinde durulmuştu.
Doğru cevabı hemen yazalım; 60 ay!
Yazıyla altmış ayda, bin liralık kredi kart borcunu ancak ödeyebiliyoruz.
Bu aritmetik, zor bir aritmetik ve kredi kart sorununda işin sırrı burada.
İşin sır noktasında tüketicinin kredi kartını bilinçli kullanmadığı, kredi kartının borçlanma değil, ödeme aracı olduğunun ayırtına varamadığından söz edebiliriz.
Yani bir sonraki ay gelecek hesap özetindeki toplam rakamı ödeyebileceğini kabulle hareket etmeyi başarabilen tüketici için sorun yok, ama gelen hesap özetindeki rakamın yüzde yirmisi olan asgari tutarı ödeyerek harcamasına devam eden tüketici için kâbus başlıyor.

Ayağımızı Yorganımıza Göre Uzatmak...
Yorganın boyunu geçen ayaklarımız üşür ve bizler için kâbus günleri başlar.
Ödeyebileceğimiz kadar harcayalım, yorganımız kadar ayağımızı uzatalım.
Temel düsturumuz bu olmalı.
İyi de ya yorgan yoksa?
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Mayıs sayısında yayınlanmıştır.)