31 Ocak 2010 Pazar

Her Şey Daha Sağlıklı Gıda İçin



Yaklaşık 5 yıl önce tüketici hareketinin yılmaz savaşçısı Bülent Deniz, gıda sektörünün atom karıncası Hüseyin Bozdağ başta olmak üzere bir grup gönüllü tarafından oluşturulan Sağlıklı Gıda Platformu (SGP) önemli projelere imza atmaya devam ediyor.

Daha önce "tarladan çatala" gıdayı sorgulayan çok sayıda etkinliğe imza atan SGP geçtiğimiz günlerde 2010 eylem planını görüşmek üzere bir araya geldi. Tarım İl Müdürü Ahmet Kavak'ın da katıldığı toplantıya sayıları 100'e yakalaşan SGP'yi destekleyen kuruluşlardan önemli bir bölümü katıldı.
Moderatörlüğünü yapmaktan onur duyduğum toplantıya katılan bazı önemli kuruluşlar şunlar:
. Latif Ünal (İstanbul Yaş Sebze Meyve İhracatçıları Birliği Başkanı)
. Ali Taş Gülen (BEYAZDER Başkanı)
. Selçuk Maruflu (TÜGİS Genel Sekreteri)
. Burhan Er (İstanbul Sebze Meyve Komisyoncuları Başkanı)
. Ayla Torun (ETBİR Genel Sekreteri)
. Bilgin Şahin (Perakendeci Kasaplar Odası Başkanı)
. Ahmet Turan Akkaya (İstanbul Sucular ve Meşrubatçılar Odası Başkanı)
. Turan Özbahçeci (İstanbul PERDER Başkanı)
. Necat Aydın (YESİDEF Başkanı)
. Öner Ilgaz (TDD - MEMYED Başkanı)
. Mehmet Reis (Reis Gıda Yönetim Kurulu Başkanı)
. Ümit Güvenç (Tamek Yöneticisi)
. Engin Başaran (TÜDER Başkanı)
. Engin Akman (Şişli Belediyesi Başkan Yardımcısı)
Sayıları daha da fazla olan bu önemli kuruluşların Eylem Planı'na ilişkin açıklamaları ayrıntılı bir şekilde SGP sekretaryası tarafından yapılacak. Ancak ben çok önemli gördüğüm birkaç önemli başlığı onların izniyle sizlerle paylaşmak istiyorum.
. SGP önümüzdeki günlerde bir çalışma yaparak Milli Eğitim Bakanlığı'na sağlıklı tüketici başlığı ile bir ders konulmasını önerecek.
. Obezite, ülkedeki çocukları tehdit eden önemli bir sorun olarak görüldü toplantıda. Bu konuda okul kantinlerinden başlayarak doğru beslenmenin önünü açan bir kampanya yürütülmesi kararlaştırıldı.
Her iki adım da geleceğimiz kurtarmaya yönelik... Küçük adımlar gibi görülebilir. Ama unutmayın ki büyük hedeflere de küçük adımlarla ilerleniyor.
29.01.2010 Bugün/Celal Toprak

Kaynak: http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/91414-her-sey-daha-saglikli-gida-icin-makalesi.aspx


17 Ocak 2010 Pazar

"Huzur"lu Tüketim Hakkı



2000’li yılların başıydı.
Halen Onursal Başkan sıfatıyla mensubiyetimin ve gönül bağımın devam ettiği Tüketiciler Birliği’nin mutad yönetim kurulu toplantılarından birindeyiz.
Yönetim Kurulumuzun değerli bir üyesinin önerisi üzerine, Müslüman Tüketici için helâl-haram kriterine göre belirlenmiş listelerin hazırlanıp hazırlanamayacağını konuştuk, tartıştık…
Sonuçta Müslüman Tüketici’nin kolaylıkla ayırt edebileceği şekilde işaretlenmiş mal ve hizmetlerin olması gerekliliği, bu işaretlemenin adının da, örneğin “HLL” olabileceği ve bu konuda çalışma yapılmasına dair karar aldık.

Lâiklik Elden Gidiyor
Yıl 2010.
Türkiye, hala “helâl sertifika” konusunu tartışıyor ve kimi çevrelerce bu konu adeta bir “rejim” sorunu olarak algılanıyor.
Tüketiciler Birliği’nin el atıp da, yaşama geçiremediği çok nadir projelerden biri olan “HLL” konusunda başarısız olunmasındaki temel nedenlerden biri, konunun bir kesim tarafından devletin rejimini değiştirmeye yönelik girişim olarak algılanması idi.

Oysa ki, Müslüman Tüketici için helâl-haram ölçülerine göre işaretlenmiş mal ve hizmetlerin belirlenmesi, böylesi bir sertifikalandırma sürecinin rejim sorunu, lâiklik sorununa yol açmayacağı çok açık.

“Huzurlu” Tüketim, Bilgilenme Hakkından Geçer
Konu tamamen tüketicinin evrensel ve temel tüketici haklarından biri olan “bilgilenme hakkı” ile ilgili aslında.

1985 yılında bütün dünya ulusları gibi ülkemizin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Tüketici Hakları Evrensel Bildirgesi’nde sayılan sekiz adet temel ve evrensel haktan biri olan bilgilenme hakkı; genel olarak, tüketicinin mal veya hizmeti satın alırken doğru karar verebilmesinin sağlanması için tüketicinin gerekli bilgiye ulaşabilmesi ve zararlı ve yanıltıcı reklâmdan, etiketten, ambalajdan korunması anlamına geliyor.

Ancak gelişen üretim teknolojileri, reklâm ve pazarlama tekniklerindeki ve satış yöntemlerindeki yeniliklerin hız kazanması nedeniyle bilgilenme hakkı, diğer tüketici haklarına nazaran öne çıkmakta, öte yandan yukarıda verdiğimiz tanım ve içeriği hızla değişmektedir.

Doğru Karar-Huzurlu Tüketim
Başlangıçta tüketicinin satın alma eyleminde doğru karar verebilmesi için gerekli bilgiye ulaşabilmesi yeterli kabul edilebilecek iken, sonrasında tüketicinin satın alma eyleminde vermesi istenilen “doğru karar”ın ne olduğu sorunu, artık düşünülmelidir.
“Doğru karar”dan kastedilen; tüketici için “sağlıklı, zarar vermeyen, iyi, uygun, ucuz, kaliteli” olmasının yanında, bu niteliklerin aynı zamanda tüketicinin manevi alanındaki değerlere de denk düşmesini de kapsamakta mıdır?

Kuşkusuz, tüketici kimliği taşıyan insanın manevi alanındaki değer ve inanışlarına uygun yaşam tarzını sürdürebilmesi için, aynı değer ve inanışlarına uygun üretilmiş mal ve hizmetleri ihtiyaçları için satın alabilmesi sağlanmalıdır.

Bu temel kabulün ardından bizi bekleyen sorun; tüketicinin manevi alanındaki değer ve inanışlarına uygun üretilmiş mal ve hizmetleri ayırt edebilmesinin ve tüketicinin bu anlamda bilgilenmesinin nasıl sağlanacağıdır.

Bu sorunun genel çözümünü evrensel ve temel tüketici hakkı olan “bilgilenme hakkı” uygulamasında aramak gereklidir. Tüketicinin bilgilenme hakkının tam olarak sağlandığı pazar ortamında, tüketicinin “sağlıklı, zarar vermeyen, iyi, uygun, ucuz, kaliteli ve manevi alanındaki değerlerle uyumlu” üretilmiş mal ve hizmetlere ulaşması sağlanabilecektir.

Buraya kadar sorun yok gördüğünüz gibi.
Ne lâiklik elden gitti, ne de din devletine dönüştük…
Asıl sorun bundan sonra başlıyor!

Hangisi Helâl?
Pazarın genişliği, satışa sunulan mal ve hizmetlerin neredeyse sınırsız sayı ve nitelikte olması, mal ve hizmetlere ilişkin bilgilendirmenin çoğu kez yapılmaması veya eksik yapılması, mal ve hizmetlerin üretilmesi aşamalarının bilinmesinin sıradan tüketici için mümkün olmaması nedeniyle mal ve hizmet satın alacak Müslüman Tüketicinin doğru tercihte bulunmasını sağlayacak işaretlendirme, belgelendirme, sertifikalandırma ve benzeri belirlemelerin yapılması gerekiyor.
Kısaca “helâl sertifika” diye adlandırabileceğimiz bu süreç, bu konunun en can alıcı ve sorun oluşturan noktası aslında…

Bu sertifikalandırma işini kim yapacak?
Çok sayıda mezhep, tarikat, cemaatin bulunduğu İslâm dini mensuplarını kuşatacak sertifikalandırma formülü var mıdır?
Malezya’dan, Uruguay’a kadar bir çok ülkede “Helâl Sertifika” çalışması yapan, mal ve hizmetlerin İslâm dininin gereklerine uygun olarak üretildiğini belgeleyen kuruluşlar bulunmaktadır. Ancak dünyanın birçok farklı ülkesinde gerçekleştirilen bu çalışmaların tamamı için yerinde ve doğru çalışmalar olduğu ileri sürülebilir mi?
Bu çalışmaların tamamında belli bir ortak standart ve yöntemin uygulandığı kabul edilebilir mi?
“Helâl Sertifika” veren kuruluşların bir tanesi tarafından “Helâl Sertifika” ile belgelendirilen mal ve hizmet için dünyanın başka bir ülkesinde veya aynı ülkede faaliyet gösteren kuruluş tarafından “Helâl Sertifika”ya lâyık görülmesi mümkün müdür?

Ne yazık ki, bu ve buna benzer sorulara olumlu yanıt vermek mümkün görünmemektedir. “Helâl Sertifika”landırma faaliyetinin oluşturduğu ticari pazarın ve bu konudaki hazır ve yoğun talebin büyüklüğü nedeniyle “Helâl Sertifika” uygulamalarında ticari kaygılar ne yazık ki, hak ettiğinden daha çok öne çıkmaktadır.

“Bu Domuz Helâl Yöntemlerle Kesilmiştir”
Şaşırmayın lütfen…
Bu ibarenin yer aldığı bir helâl sertifika belgesini, tebliğ sunmak üzere katıldığımız uluslararası bir “helâl” kongresinde, katılımcılardan biri göstermişti bizlere…

Domuz etine bile “helâl” sertifikası verilebildiği bir ortamda, helâl sertifika veren kuruluşlara, “helâl” sertifikasını kim verecek acaba?

Alabildiğine ticari yaklaşımların ön plana çıktığı “helâl sertifika sektörü(!)”nde, daha “helâl sertifika” vermeye başla(ya)madan, yakında bu konuyu tartışmaya başlarsak hiç şaşırmayalım.
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Ocak sayısında yayınlanmıştır.)

7 Ocak 2010 Perşembe

"Uyanıklığa Vurmaya Başladılar..."


Yüzbinlerce tüketici, bankaların haksız olarak aldığı kredi kart aidat ücretleri ile ilgili olarak hukuk mücadelesi verdi ve büyük çoğunluğu haksız alınan paraları geriye aldılar.
Ancak bankalar kredi kartlarından "kart aidatı", "yıllık kart bedeli" gibi çeşitli isimler altında tüketiciden haksız olarak para almaya devam ediyorlar.

Konu ile ilgili 8 Ocak 2010 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde yer alan haberi dikkatinize sunuyoruz:

Bonusu da İstemiyoruz, Aidatı da Ödemiyoruz

Bankalar, tüketicilerin kredi kartı aidatına itiraz için açtığı yüzlerce davayı kazanmalarına rağmen aidat almaya devam ediyor. Bu durum da vatandaşa çok ciddi külfet olmaya devam ediyor. Vatandaşlardan bankalara kredi kartı aidatı adı altında herhangi bir para ödememelerini isteyen tüketici birlikleri ise bundan kurtulabilmek için mahkeme dahil her yolu deniyor. Ancak bu kez farklı bir öneri ile bankaların huzuruna çıktılar.


DERHAL İTİRAZ EDİN
"Eğer kredi kartı ekstrenize aidat yansıtılmış ise hemen Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'ne müracaat edin" diyen birlikler, verilen bonusları iadeye hazırlanıyor. Yaklaşık olarak 40 milyon tane kart olduğunu tespit eden Tüketiciler Birliği, bu uygulamanın kanuna aykırı olduğunu bildirdi. Vatandaşın izni ve taahhüdü olmaksızın alınan bu kart ücretine karşılık, yapılan alış veriş karşılığında hediye gibi verdikleri bonusları ödememeleri istendi.

BEDEL AİDATTAN FAZLA DA OLSA...
Bonus uygulamasının da tıpkı kredi kartı yıllık aidatı gibi hiçbir bilgi ya da izin alınmaksızın hibe edasıyla vatandaşa sunulduğunu açıklayan Tüketiciler Birliği Başkanı Nazım Kaya, "Verdiğiniz bonusu da istemiyoruz kart aidatını da ödemek istemiyoruz" dedi. Kaya, bunca davaya rağmen bankaların hukuku hiçe sayarak 40 milyon kredi kartından aidat ücreti aldığını açıklayan Kaya, "O bonuslar da zaten bizim alışverişimizin karşılığıdır. Ki zaten 40 liraya kadar çıkan aidattan da fazla olma ihtimali yüksektir. İşte biz buna da rağmen bu bonusu kesinlikle istemi-yoruz" ifadesini kullandı.


BANKALARDA TUTARSIZLIK VAR
"Bankalar ile yaptığımız görüşmelerde, bankalar arasında uygulamada birliktelik olmadığını gözlemledik" diyen Kaya, "Bazı bankalarımız bu ücreti yasal olarak aldıklarını, sözleşmelerinde bulunduğunu, bazı bankalar ise kartı kullanan müşterilerinin kendilerine otomatik ödeme talimatı vermelerinde, maaşlarını aynı bankadan almaları durumunda veya yüksek limitli kredi kartı kullanımında yıllık aidat bedelini almadıklarını belirttiler.

DENETLEME ŞART OLDU
Bu durumda iş BDDK'ya Sanayi Bakanlığı'na düşüyor. Eğer doğru ve istikrarlı bir denetim olursa bu tutarsızlık da kalmaz" dedi. Nazım Kaya sözlerini şöyle tamamladı: "Bu haksız uygulamaya artık bir son verilsin diye almayacağız tedbir yok. Yıllardır mahkeme mahkeme dolaşıyoruz. Bu aidatın komple kaldırılması için açtığımız dava sürüyor. Mart ayına ertelendi ancak bu kez olumlu bir sonuç bekliyoruz.

HAFTAMIZ ZAFER OLSUN
Aynı hafta zaten Tüketiciler Haftası olduğu için bizler haftamızı zaferle kutlamak istiyoruz. Bu haksız kazancı durdurmak ilk hedefimiz. Bankaların 10 aylık kârı 17 milyar 400 milyon olarak açıklandı. Bunun 1 milyar 200 milyonu kredi kartından elde ediliyor. Bu önemli bir rakam. Bankalar da bu zahmetsiz gelirden kolay kolay vazgeçmek istemiyorlar.”

Akaryakıtta eşantiyonu kaldırttık sıra bankalarda
Daha önce akaryakıt fiyatlarının yüksekliğinin sebebinin de verilen eşantiyonlar olduğunu söyleyen Kaya, bu konunun da üzerine giderek başarılı olduklarını söyledi. "Akaryakıt fiyatları yüksekti. Biz bunu araştırdık ve dava açtık. Nihayetinde de kazandık" diyen Kaya, "Sonucunda da eşantiyonlar yani sözde hediyeler kaldırıldı ve fiyatlar küt diye düştü. Şimdi de aynısının kart aidatlarında olmasını istiyoruz" açıklamasında bulundu. Kaya, kart sahiplerine seslenerek şu bilgileri verdi: "Her banka kafasına göre 25-35 TL arasında ücret alıyor. Geçtiğimiz günlerde aidatını ödemeyen bir tüketiciye haber verilmeden kartı iptal edilmiş. Bir alışveriş sırasında kartının iptal edildiğini öğrenen vatandaş bankayı mahkemeye verdi. Mahkeme kart sahibini haklı buldu; bankayı tazminata mahkum etti. Bankaların yaptığı, karanlığa kurşun sıkmak. Bilinçli bir tüketici olalım ve hakkımızı arayalım. Kart aidatının hiçbir yasal gerekçesi yok. Bankayı arayın ve kartınızı iptal ettirin. Ya da en yakın tüketici hakem heyetine şikayet edin. Mutlaka haklı çıkarsınız."

Uyanıklığa vurmaya başladılar
Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı Av. Bülent Deniz, kredi kartı aidatları hakkında yaptığı açıklamada, ilk kez 2007 Ocak ayında yargıya gittiklerini belirtti. 18 milyon tüketici ve 44 milyon kart olduğunun altını çizen Deniz, " Dava açan yüzlerce tüketici, ödediği ücreti geri alabiliyor. Ama sadece başvuru yapan bilinçli tüketiciler parasını geri alabiliyor. Bankalar kart ücretini ikiye bölerek alıyor ve tüketici göze küçük gelen bu ücretler için dava açmaktan kaçınıyor. Bankaların amacı da, aslında tüketiciyi caydırmak. Biz dernek olarak İstanbul 2. Tüketici Mahkemesi'ne geçtiğimiz Eylül'de bir dava açtık. Dava 11 Mart 2010'a uzatıldı. Eğer kazanırsak, bundan sonra her tüketici, dava açmadan parasını geri alabilecek." Deniz, bankaların tüm bu davalara rağmen bu aidatları almakta neden ısrar ettikleri sorusunu ise, "Bankalara kart başına ortalama 40 lira aidattan 44 milyon kredi kartı ile beraber, çok büyük bir para kalıyor. Dolayısıyla bankalar bu parada ısrarcılar" diye cevapladı.

20 milyon kart kullanıcısı var
Yaklaşık 20 milyon kredi kartı kullanıcısı, adresine gelen yılın son hesap ekstresine konulan aidat ücretiyle şaşırıyor. Bankalar birçok yargı kararı olmasına rağmen müşterilerinden 25 ile 35 lira arasında değişen miktarlarda kart parası kesintisi yapıyor. Kredi kartı aidatlarının yasal hiçbir dayanağının bulunmadığını vurgulayan Başkan Kaya, Tüketiciler Birliği olarak, bu konuda 25 bankaya dava açtıklarını kaydetti. Kaya, "Bankalar, müşterilerine verdikleri kredi kartı sözleşmelerinde aidat alabileceklerine yönelik bir maddenin bulunduğunu gerekçe gösteriyorlar. Ancak 4077 sayılı yasanın 6.maddesi 'satıcı tarafından hazırlanan matbu sözleşmelerde tüketicinin müdahalesi veya tüketicinin özel onayı yoksa bu madde geçersizdir. Tüketiciye aidat alınacağına dair bilgi verilmesi gerekir. Bunu ispat edemiyorsa banka tüketiciye bilgi verilmediği kabul edilir' hükmü yer alıyor. Vatandaş bankayı arayıp ya da ihtarname gönderdiği takdirde aidatı iptal ediliyor. Kendisine iade ediliyor" açıklamasında bulundu.

400 bin kişi şikayet ediyor
Bankaların, yıllık aidat gelirinin 1 milyar 200 milyon lira olduğunu açıklayan Başkan Nazım Kaya, "Kredi kartlarıyla ilgili yılda 400 bin şikâyet alıyoruz. Bankalar, aidat yüzünden 20 milyon kart sahibini canından bezdiriyor" açıklamasında bulundu. Bunca kişinin sesinin hala bir yerlerde yankılanmamasının çok üzücü olduğunu söyleyen Kaya, kendilerinin birlik olarak bu konuda sonuna kadar gideceğini belirtti. Sesi çıkan vatandaş sayısının da azlığından yakınan Kaya, bu sömürüye kimsenin sessiz kalmaması gerektiğini vurguladı.
http://yenisafak.com.tr/Ekonomi/Default.aspx?t=07.01.2010&i=233582




3 Ocak 2010 Pazar

Dinamiklerimizi, Dinamitlemek...

Fotoğraftaki ihtiyar amcanın yaşı konusunda bir fikriniz var mı?
Belki yetmiş, belki seksen…

Önündeki sergide, üç-beş parça eşya var.
Tespih, kağıt mendil…
Ederi çok fazla tutmayan sermayesinin hepsi bu.

Arkasındaki yaşlı hanım, ihtiyarın eşi.
Kucağındaki poşetin içinde bir çorba kâsesi var.
Birazdan bir kaşığı kâseye daldıracak, kaşığı dolduracak. Bir parça ekmeği yanına alıp ihtiyarın yanına gelecek ve titreyen dudaklarına kaşığı değdirip onu besleyecek.

Yaşlı hanımın bu meşakkatli besleme yöntemini uygulaması, ihtiyarın kas kontrolünün olmamasından.
Eli-ayağı tutmuyor, sürekli titriyor.
Beslenebilmesi için, gıdanın ağzına kadar getirilmesi gerek.

Ve diğer fotoğraf…
Bir tartının başına oturtulmuş, dokuz-on yaşlarında bir çocuk.
“Karpuz kabuğundan gemiler” yapıp, yüzdürecek yaşta.
Düşler ülkesinin kralı.
Ülkesini yönetiyor o anda, belli.
Eh düşler ülkesinin kralı ya; tartıya müşteri çağırmak krala yakışmaz…

Elli Metre Arayla…
Bu kareler İstanbul’daki büyük bir alışveriş merkezinin elli metre ötesinden.
Eli ayağı tutmayan ihtiyarın, düşler ülkesinin kralı çocuğun üç-beş kuruş para kazanmak için sokakta oldukları bu yerin elli metre ötesindeki devasa binada ise, durum bambaşka.
Alışveriş merkezinin içindeki markette, kasaların önünde poşet yığınları içinde birbirleriyle sıra kavgası yapmaya hazır insan kalabalığı…
Diğer mağazalarda, soyunma kabini sırası bekleyen insanlar.
Telaşlı alışveriş halleri…

Komşumuzu Aç Yatırmamak
2001 yılı krizinin ertesinde Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın düzenlediği, “Yoksulluk ve Aile” konulu II. Aile Şurası’nda, tebliğ sunmak üzere katılımcıydım.
2001 yılının hepimizi yoksullaştıran krizinin sonrasında, yoksulluk ve aile konusundaki dinamikleri, sosyolojik gelişmeleri, sonuçları incelemek üzere çok sayıda bilim adamıyla gerçekleşen bu çalışmada şu tezi ileri sürmüştüm:
2001 ekonomik krizi bu coğrafyada yaşayan insanların büyük çoğunluğunu derinden etkiledi.
İşsizlik, yoksullaşma, küçülme..
Ekonominin olumsuz bütün etkileri derinden hissedildi, olumsuzluğun bir parçası olduk.
Ama eşzamanlı olarak başka bir kıtada, Arjantin’de de yaşanan benzeri ekonomik kriz, iki ülke halklarında farklı sosyolojik tepkileri ortaya çıkardı.
Arjantin’de insanlar sokağa dökülüp her yeri yağmalamaya başladı.
Sosyal barış bozuldu, yoksulluğun pençesindeki insanlar terörize oldu, mal ve can güvenliği ortadan kalktı.
Bizde ise, bırakın yağmacılığı, bir esnafın Başbakanlık önünde yazar kasasını fırlatmasının ötesinde sokak eylemi dahi olmadı.

Sorum şuydu; “Aynı nitelikte ekonomik kriz yaşayan iki ülkede, insanlar neden farklı tepki verdiler?”
Yanıt ve tezim şu olmuştu: Ekonomik krizde, toplumumuzun iç dinamikleri harekete geçti. Akrabalar, komşular birbirleriyle yardımlaştılar. Toplum kendi içinde, açını, açıktakini kolladı, korudu.
Bir de özellikle yerel yönetimlerce harekete geçirilen kurumsal sosyal yardımlaşma süreci, halkımızı sokağa dökmeden, krizin geçip gitmesini kolaylaştırdı.
Yani toplumun geçmişinden gelen müktesebatı, sosyal dinamikleri, o krizde olması gerektiği gibi çalıştı.

Sosyal Dinamik mi, Sosyal Dinamit mi?
Şimdi bir yıldır devam eden ve sadece coğrafyamızı değil, tüm dünyayı etkileyen bir ekonomik krizi yaşıyoruz.
2001 krizi için sorduğumuz soruya, şu anda aynı cevabı verebilmek mümkün mü?
İki fotoğrafın ışığında bu soruya; “sosyal dinamiklerimiz bu krizde de çalışıyor ve insanların birbirini koruması, kollaması, sosyal yardımlaşmamız devam ediyor” diyebilir miyiz?

Aslında Paramız Hiç Yok
Bir radyo programındaydık geçenlerde.
Program sahibi uzun yıllardır tanıştığımız, görüştüğümüz bir dostumuz.
Reklâm arasında sohbetteyiz.
Dostumuz, “geçenlerde” dedi; “bir arkadaşım, birkaç gün sonra geri vermek üzere, benden cüz’i bir miktar borç istedi. Döndüm, dönendim, arkadaşımın istediği cüz’i miktarın cebimde, banka hesaplarımda olmadığını dehşetle gördüm…”

Bu dostumuzun dehşeti, aslında hepimiz için tanıdık.
Çalışıyoruz, kazanıyoruz, maaşlarımız, ücretlerimiz geliyor.
Ama kazançlarımız beklemeksizin, kredi kartı ödemelerimize, bayram-seyran için çektiğimiz tüketici kredilerine, bir öncekinin kredi borcu bittiğinde, hemen yenilediğimiz otomobilimizin kredi taksitlerine gidiyor.
Bir borcumuz bittiğinde, düşünmeksizin yenisine giriyoruz.
Market kasaları önünde, elimizde poşetlerle sıra kavgamız, mağazalarda soyunma kabinleri önündeki bekleyişlerimiz, üç günlük bayram tatili için bir yıl bankaya çalışmak bahasına…
Koca bir ülkeyi kredi kartına teslim etmek bahasına…

“Birinci Vazifen, Kapitalizme Hizmettir”
2001 krizinden farklı olarak, yaşadığımız krize hane halkı borçlu yakalandı.
2001 yılı ertesinde ülkemize akan sıcak para ile ekonomide esen bahar havası, kamu kaynaklarının ve özellikle finans kuruluşlarının sermayelerindeki milliyet değişimi, krizde zorunlu tüketim dışında tüm harcamalarını kısan toplumun kriz sonrasında ertelenmiş isteklerini tatmin için sokağa çıkması, alışverişe yönelmesi ve tabii bu sürecin reklâmlar, bolca dağıtılan kredi kartları ve kredilerle desteklenmesi…

Sonuçta, hane halkının borcu, 120,2 milyar TL. yani, ülkemizin 2010 yılı bütçe büyüklüğünün yarısına denk miktara ulaştı.

Şimdi, yukarıda sorduğumuz soruya vereceğimiz yanıt ortaya çıkıyor; “hayır, sosyal dinamiklerimiz bu krizde çalışmadı, çalışmıyor.” Ortada çalışacak sosyal dinamik kalmadı.

Kredi kartına teslim olmuş, tüketim sarhoşu bir ülkeye dönüştük.
Herkesin bankalara borçlu olduğu, kazandığı ile borcunu ödediği, sonra yaşamak için tekrar borçlandığı bir ülke…
Sosyal dinamiklerinin dinamitlendiği, ihtiyarını, okul yaşındaki çocuğunu üç-beş kuruş kazanmaları için sokağa mecbur eden bir ülke…
Sadaka vermeyi unutan bir ülke…

Sahi, en son ne zaman sadaka verdiniz?..