1980’de
Almanya’da, daha doğrusu Federal Almanya’daydım.
Güzergâhın
bir yeri Batı/Doğu Berlin’den geçiyordu.
Gezinin
en ilginç ve sarsıcı durağıydı.
Henüz
17 yaşındaydım.
Türkiye’de
“12 Eylül’e ramak kala” günleri yaşanıyordu.
Yeterince
politize olmamıştım belki, ama “sağ ve sol” ikilemi üzerinde genç fikirlerim
vardı.
Ben
ve genç fikirlerim, 1980’nin Temmuz’unda Berlin’deydi.
Kentin
ortasından geçen metrelerce bir duvar.
Kentin
batısında, o güne dek gördüğüm hiçbir Alman kentinde olmayan ışık, eğlence,
dinamizm.
Doğusunda,
eski-püskü otomobiller, mutsuz insan yüzleri, heyecansız adımların atıldığı
karanlık caddeler.
Kentin
batısı, alabildiğine “işte komünizm budur” dedirtmek için rengârenk inşa edilmiş,
yaşam en üst düzeyde “canlı” tasarlanmış.
Ortasından
duvar geçen kent.
1989’da
yıkıldı o duvar.
Yıkıldı
ve sonra dünya daha mı güzel oldu?
…..
Ülkede
medya özgürlüğü sorunu var.
Hangi
taraftan bakarsak bakalım, iktidar yanlısı da, muhalif de olsak, bu gerçeği yok
sayabilmek olanaklı değil.
Kayyum,
uydudan çıkartma, medya üzerindeki psikolojik baskı, işten atma, otokontrol
refleksinin yerleşmesi…
Medya
neden önemli?
“Basın ve polis
örgütü üzerinde mutlak denetiminiz varsa, yüz milyonlarca insanın anılarını
yeniden yazmak olasıdır. Bu iş hemen her zaman, güçlülerin iktidardaki gücünü
arttırmak; ulusal liderlerin kendini beğenmişliklerine, büyüklük
sabuklamalarına, paranoyalarına hizmet etmek için yapılır. Böylelikle hata
düzeltme mekanizmasına taş konulmuş, halkın büyük siyasi hatalara ilişkin
anıları silinmiş ve bu hataların yinelenmesi garanti edilmiş olur.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan,
Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 419)
Toplumlar
açıklık istiyor, özgürlük istiyor.
Kimi
zaman bu istek seçim sonuçlarına yansımasa da, uzun erimli bakıldığında, hiçbir
toplumun tek sesli bir medyaya razı gelmediği açık. Tarih bunun sayısız
örnekleriyle dolu.
Örneğin;
İkinci Dünya Savaşı sürecinde, Almanların işgal ettiği topraklarda ilk
yaptıkları işlerden biri gazete ve radyolara elkoymaktı. Elkonulan medya
organları sadece Nazi propagandası yapabiliyorlardı.
Ancak
bu uygulamaya her ülkede direniş gösterildi.
Danimarka’da
direniş hareketleri tarafından 400’den fazla yasak, muhalif yayın basıldı. Bu
eylemi yapanlar Gestapo tarafından ya infaz edildi ya da Nazi kamplarında
yaşamlarını yitirdiler. Ancak bu eylemlilik savaş sonuna kadar devam etti.
İlginç
bir eylem de Belçika’da yapılmış.
Naziler
işgalin ardından ülkenin 300 bin tirajlı Le Soir gazetesine elkoyarlar. Başına
işbirlikçi iki gazetecinin getirildiği gazetede, artık Nazi propagandası
dışında hiçbir haber yer almaz.
Belçika
direniş hareketi muhalif yayınlar hazırlayıp dağıtmayı başarsa da, ulaşabildikleri
insan sayısı sınırlı kalır. Bunun üzerine Nazilerin elkoyduğu Le Soir
gazetesinin mizanpajının aynı olduğu basımı yapılır. İsmi Le Faux (Sahte) Soir
olan gazetede, Naziler ve Hitler ile alay eden haberler yer alır. Gerçek Le
Soir’den önce bayilere dağıtılan Le Faux Soir 50 bin kişiye ulaşır.
Özgürlüklerin
önündeki bariyerlerin ezelden ebede kalması olanaklı değil.
Yeter
ki, Le Faux Soir’ı basıp yayarak matbaa sahibi Wellens, baskı kalıplarını çalan
Mullier ve yayını koordine eden Aubrion ve onbeş arkadaşı gibi sonunda Nazi
kamplarında yaşamlarını yitirmeyi göze alabilecek devrimciler olsun..
(http://www.hukukihaber.net/gundem/nazilerin-el-koydugu-gazetenin-ilginc-hikayesi-h66178.html
de yer alan makaleden ilhamla. Erişim tarihi 15.11.2015)
…..
Ve
ateş Fransa’ya düştü.
İnsanlık
her yerde ölüyor.
…..
Yine
Carl Sagan’a döneceğim.
Kitapta
olağanüstü bir sivil dayanışma örneği anlatılmış.
Yazarın
kızının da gittiği ilkokul, New York/Ithaca’da. Yoksul ve etnik çeşitliliğin
hâkim olduğu bir kent.
Okuldaki
iki fen öğretmeni Levin ve Levine, çocuklara bilimsel eğitim verebilmek için 1960’lardan
başlayarak, evde bulunur kimyasal maddeler ve benzeri diğer eşyalarla dolu
portatif kütüphane arabalarıyla okula düzenli geziler yapmışlar, çocuklara
bilimi tanıtmaya çalışmışlar.
Sonra
bu iki öğretmen 1983 yılında yerel gazeteye ilan vererek çevre sakinlerini,
çocukların eğitimindeki kalitesizliği konuşmak üzere davet ediyorlar. “Toplantıya elli kişi geldi. Sciencenter’ın
(Bilim Merkezi) ilk yönetim kurulu da bu elli kişilik gruptan çıktı. İlk bir
yıl boş bir işhanının ilk katını sergi alanı olarak kullandılar. Ama mal sahibi
kiracı bulunca, iribaşları ve ve turnusol kâğıtlarını yüklenip boş bir depoya
taşınmaları gerekti.”
Mekânsız
kalan Bilim Merkezi için kentte terk edilmiş bir arsa satın alınır. Yörede
doğmuş ve yaratıcı oyun tasarımlarıyla ünlü bir mimar bir proje çizerek ilk
bağışı yapmış. Ardından Ulusal İnşaatçılar Derneği’nden çeşitli malzemelerin
ücretsiz alınması sağlanmış.
Ve
sonra; “İnşaata başlamadan önce arsadaki
bazı eski tulumbaların sökülmesi … (için)
Cornell derneklerinden birinin üyeleri gönüllü oldular. … İki gün içinde,
200 ton moloz çıkardılar. Ardından … yöredeki duvarcılar, doktorlar,
marangozlar, üniversite profesörleri, tesisatçılar, çiftçiler, kısaca yediden
yetmişe herkes kolları sıvayıp Sciencenter’ı inşa etmeye koyuldu. … Haftada
yedi günlük çalışma çizelgesi (uygulandı).
Herkese bir iş verildi. Bu projeye 2200 kent sakini, 40.000 saatten fazla
zaman bağışlamış oldu. İnşaatın yüzde 10’luk kısmı hafif suçlardan hüküm giymiş
kişilerce yapıldı. … On ay sonra Ithaca, dünyada çevre sakinlerince yapılmış
ilk bilim müzesinin sahibi oldu.” (Karanlık
Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK,
Ankara, 2010, 19. Bası, s. 354-355)
Bir
araya gelince, aşılamayacak engel, sorun ve hatta diktatör yok.
Sorun,
bir araya gelebilmekte…
#filgunlugu
Bütünü için tıklayınız