24 Haziran 2010 Perşembe

Frank Mc Namara'nın Bize Ettiği...

Meslektaşım Avukat Frank Mc Namara, 1950 yılında önemli bir müşterisiyle bir restaurant’a gitmemiş olsa idi, bugün bu yazıyı yazmak zorunda kalmayabilirdik.

Mc Namara, müşterisi ile yediği iş yemeğinin ardından hesabı ödemek için elini cebine attığında, cüzdanını yanına almamış olduğunu fark etmiş. Bunun üzerine içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilmek için kendi kartvizitini çıkarıp arkasına; “yemek bedeli sonra ödenecektir” yazarak, garsona vermiş.

Cin fikirli avukat yaşamış olduğu bu sıkıntının bir daha yaşanmaması adına, bireylerin yanlarında nakit olmaması halinde ödeme yapabilecekleri bir sistem üzerinde düşünmeye başlamış ve yemek, seyahat gibi noktalarda tüketicinin cebindeki özel bir kart ile sadece imza atarak, ödeme yapabilecekleri uygulamanın temellerini atmış.

İşte sloganı “ye ve imzala (dine and sing)” olan “Diners Club”ın ortaya çıkış öyküsü böyle…

Toplumsal Felâketin Habercileri
Bugün kredi kartı sektörü tüm dünyayı kaplamış, tüketicinin alışveriş yaptığı hemen her noktada geçerli, hemen her tüketicinin cebinde olan ve para yerine kullanılan bir ekonomi enstrümanı. Ancak Türkiye’deki tüketicilerin bu enstrümanı doğru çaldıkları ne yazık ki, söylenebilecek bir doğru değil.

Son onbeş yıldır ülkemizde yaygınlaşan, bugün yaklaşık on altı milyon tüketicinin cebindeki kırk bir milyon kredi kartı, “doğru çalınamadığı” ve orkestrayı yönetenlerin de, yanlış yönetimi nedeniyle toplumumuzu felâkete götüren bir şarkı haline dönüştü.

Bir yandan kredi kartı dağıtan kuruluşların tatlı kârlar barındıran bu sektördeki akıl almaz pazarlama çalışmaları ile tüketicinin cebine adeta zorla kredi kartı sokuşturmaları ve vahşi faiz uygulamaları, diğer yandan siyasi iktidarların ekonomi yönetimlerinde hâkim olan temel eğilimin bankaları korumak olması ve nihayetinde kredi kartı ile tanışıklığı henüz çok yeni ülkemiz tüketicisinin bilinçsiz kullanımı nedeniyle kredi kart borcundan dolayı intihar eden, boşanan evine icra memurlarının dayandığı insanlar ülkesi olduk.

Gelin felâketin boyutlarına rakamlarla bakalım:
Resmi bilgilere göre kredi kart borcu nedeniyle yaklaşık bir milyon civarında insanımız borcunu ödeyemediği için kara listelere girmiş, haklarında yasal takibat yapılmış durumda. Bir milyon sayısını hane sayısı olarak kabul eder ve hanede dört kişinin yaşadığını düşünürsek, demek oluyor ki dört milyon yurttaş bu olumsuzluğu yaşıyor.

Resmi olmayan, ama bu konuda çalışma yapan sivil toplum örgütlerinin yaptıkları analizlere göre de, yaklaşık dokuz milyon tüketici günü kurtarma telaşında.

Ne demek günü kurtarma?..

Asgari Ödeme Tuzağı
Ülkemizde kredi kartı uygulamalarında tüketiciyi faiz girdabına sokan bir uygulama var; asgari tutar ödemesi. Aslında bir ödeme aracı olarak kullanılması gereken, yani kart ile yapılan harcamanın hesap özeti geldiğinde, orada yer alan tutarın tamamının ödenmesi ilkesinin geçerli olması gerekirken, ülkemizdeki uygulamada hesap özetinde yer alan tutarın tamamı yerine, yüzde yirmisinin ödenmesi mümkün. Bu durumda ödenmeyen yüzde seksenlik kısım, tüketici açısından bankadan kullandığı bir kredi haline dönüşüveriyor.

İşte asıl tehlike burada başlıyor. Çünkü bankanın hesap özetinde yer alan ve ödenmeyen yüzde seksenlik kısım için tüketiciden talep ettiği aylık faiz, yüzde 4,35.

Bu rakam için akıl almaz deyimin kullanmamız boşuna değil. Bu ülkede 2008 yılında gerçekleşen tüketici enflasyonu yıllık yüzde 10,06. Yani bu ülkede gerçekleşen enflasyonun yaklaşık altı katı kadar bir faizi, bankalar kredi kartı yolu ile cebimizden alıyorlar.

Kredi kartına uygulanan faizin akıl dışılığı burada da bitmiyor. Ödemediğimiz ve bizim için krediye dönüşen miktarı banka şubesine giderek, nakit kredi olarak talep etseydik, ödeyeceğimiz faiz aylık yüzde 1,20 yi geçmeyecekti. Aynı miktarı otomobil almak için kullansak daha az faiz ödeyecek, hatta konut kredisi olarak talep etmemiz halinde faiz daha da düşecekti.

Bu nasıl bir matematiktir ki, iş kredi kartına gelince faizler bir anda enflasyonun altı katına çıkıyor, aynı bankanın aynı miktar parayı farklı kredi paketlerinde vermesi halinde faiz üç kat azalıyor?..

Kredi kartı sektörünü düzenleyen 5464 sayılı Banka ve Kredi Kartları Kanunu’nu uygulamakla görevli Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Merkez Bankası ve siyasi iktidar, bu akıl almaz matematiğin sahiplerine “yürü, kim tutar seni” diyerek, adeta toplumsal felâketin suç ortağı oluyorlar ve bizlere de Avukat Frank Mc Namara’ya beddua etmek kalıyor…
(Makale, Bağımsız Dergisi'nin 2009/Mart sayısında yayınlanmıştır.)

17 Haziran 2010 Perşembe

"babanızı seviyorsanız, ona hediye almayın!.."



Yaklaşan “babalar günü” nedeniyle yaşanan alışveriş çılgınlığını değerlendiren Tüketici Hakları Uzmanı Av. M. Bülent Deniz; “baba sevgimiz, icralık olmasın” dedi.
Tüketici Hakları Uzmanı Mehmet Bülent Deniz konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Ekonomik düzen, “sevgililer, anneler, babalar günü” gibi “kutsal gün” dayatması ile çılgınca alışveriş yapan tüketim toplumundan nemalanmaktadır.

“Kutsal gün” dayatması ile bu günlerin hediye almaksızın kutlanamayacağı mesajları, bu günlere özel reklâm ve promosyon kampanyaları ile bireyler adeta hipnotize edilerek, alışveriş yapmaya mecbur hale getirilmektedir. Oysa ki, bu günlere özel harcamalar tüketicinin borç miktarını arttırmakta, bireylerin bankalara olan borçları daha da artmaktadır.

2010 Nisan ayında kredi kart ve ferdi kredi borcunu ödeyemeyenlerin sayısı, 63.348 kişi olmuştur. 2005 yılından bu yana 2.125.731 kişi, kredi kart ve ferdi kredi borcunu ödeyemeyerek temerrüde düşmüş ve takibe alınmış bulunmaktadır.

Geçtiğimiz yıl kredi kartları ile Sevgililer Günü’nde, 642 milyon TL.; Anneler Günü’de, 590 milyon TL.; Babalar Günü’nde, 596 milyon TL. lık harcama yapılmıştır.

Küresel krizin kasıp kavurduğu, milyonlarca tüketicinin bankalara borçlu bulunduğu, milyonlarca ailenin kapısına icra memurlarının dayandığı bir ortamda, “kutsal gün” gerekçesi ile kredi kartları ile harcama yapmak, bu özel günleri kutlamak için ferdi kredi çekmek, içinde bulunulan borç batağını daha da derinleştirmekten öte sonuç doğurmayacaktır.

Sevgilimizi, annemizi, babamızı yılın bir günü, borçlanarak hediye alarak hatırlamanın olası ağır sonuçları sadece kendimizi değil, ailemizin tüm fertlerini etkileyecek niteliktedir. Bu nedenle babasını seven tüketici, bu kez babalar gününde borçlanarak hediye almak yerine; tatlı bir sözle, cebindeki parası kadar, gösterişten uzak, pahalı olmayan hediye almayı tercih etmelidir.
Mehmet Bülent Deniz
Tüketici Hakları Uzmanı

9 Haziran 2010 Çarşamba

yanıyoooooor...


“Avrupa Birliği’nde son perde mi başladı?”
Bu soruyu bir yıl önce, mütevazi blog yazılarımızın birinde sormuşuz.
Başta Macaristan olmak üzere Avrupa Birliği’nin doğu kanadındaki ülkelerin para birimlerinin dolar karşısında hızla değer yitirmesi ve diğer birlik ülkelerinin yardım yapma konusundaki ikircikli, hatta olumsuz tavırları, o dönemde bu soruyu sormamıza neden olmuştu.
Bu tartışmayı dillendirmemizin üzerinden geçen bir yıllık sürenin, Avrupa Birliği aleyhine işlediğini bugün net olarak görebiliyoruz artık.
Euro bölgesi kaynayan kazan gibi…
Macaristan, İzlanda derken, Yunanistan ile başlayan son dalga İspanya, İtalya ve hatta İngiltere’yi tehdit eder hale geldi.

Yunanistan ekonomisinde yaşanan derin sıkıntı ve bu sıkıntının tehdit ettiği Euro bölgesinde, birbiri ardına önlemler alınmaya çalışılıyor, yardım paketleri oluşturuluyor.
Kamu harcamalarında sıkı disipline gidileceği ve kemerlerin sıkılacağının açıklanması ile önümüzdeki dönemin Avrupa Birliği halkları için yoksullaşma dönemi olacağı şimdiden kesinleşti.
Öte yandan daha vahimi, açıklanan yardım paketlerindeki miktarların her seferinde arttırılmasına rağmen etkisinin birkaç günle sınırlı kalmış olması.
Euro bölgesindeki ekonomik kriz, kırmızı alarm zilini çalmış görünüyor.

Kriz, Savaş İçin Bir Fırsat mı?
Bölge ekonomisindeki bu savrulmaların elbette siyasi sonuçları olacak, bu da toplumsal devinimleri oluşturacaktır.
Nitekim Merkel’in Almanya’dan yükselen sesi, herkesi tedirgin etti: “Artık Avrupa Birliği’nin ve Avrupa Birliği içinde Almanya’nın geleceği tartışılmalıdır…”

İnsanlığın yakın tarihte yaşadığı iki büyük dünya savaşının baş aktörü olan Almanya’nın en üst düzeyde seslendirdiği bu yaklaşım, zihinlerde “acaba” sorusunun tekrar sorulmasına neden oldu dersek, abartmış olur muyuz?

Bilinçaltında her zaman için Büyük Prusya hayalini canlı tutan Almanya’nın, Avrupa Birliği’ni bu hayalin önündeki engel olarak gördüğü, yeryüzünde soğuk savaşın bitiminde Sovyetler Birliği’nden boşalan süper güç koltuğunda gözü olduğu bilinmeyen bir sır değil.
2008 de başlayan küresel ekonomik çöküş, Almanya’nın bu büyük hayalini gerçekleştirmesi için bir fırsat mı acaba?

Altın ve Metal Fiyatlarına Dikkat!
Yazılarımızda sürekli olarak dile getirdiğimiz temel tez; yaşananın bir ekonomik kriz olmadığı, aksine insanlık tarihinin “yazının bulunması, Fransız İhtilâli” gibi önemli kırılma noktalarına eşdeğer önemde bir gelişme olduğudur.

Bunca önem atfettiğimiz küresel ekonomik çöküşten çıkılır veya çıkılmaz…
Önemli olan, ekonomide alınacak sonuçtan çok, bu süreç sonunda dünyadaki nüfuz alanlarının nasıl ve kimin elinde olduğu, ekonomik ilişkilerden başlayarak, yeryüzünde yaşayan insan ırkının nasıl bir yaşam mimarisi oluşturacağıdır.
Ve daha önemlisi, kısa vadede düşünülmesi gereken sorun, insanlığı derinden etkileyecek bu kırılma noktasının insanlık ailesine, “savaş” gibi acılar getirip getirmeyeceğidir.

Tarih bize bu konuda olumsuz örnekler sunuyor.
İnsanlık için kırılma noktalarının yaşandığı her süreçte, gezegenin bir yerlerinde sıcak savaşların olduğu, tarihsel bir gerçek.
Şimdilerde altın, demir, çelik fiyatlarındaki oynaklığı ve yükselişi izleyen kimi küresel gözler, bir yerlerde, -yaygın değilse bile- yoğun sıcak savaş beklentisi içindeler.
Olur mu, olmaz mı, nerede, nasıl olur bilinmez, ama kendini bir türlü ayağa kaldıramayan dünyanın en azından nüfuz alanlarındaki yeni belirlemeler sürecinde, heyecanlı ve sıcak günler geçireceği kesin.
Ve ne yazık ki, bu tarihsel gerçekliğin yeniden tekrarlanmaması için küresel “barış havariliği” tutumumuzdan başka elimizde hiçbir şey yok.

Yeni Nüfuz Alanları-Yeni Ticaret
Enerji koridoru anlaşmaları, Orta Doğu’da artan etkinlik, vizelerin birer birer kaldırılması, Afrika ve Güney Amerika’ya fokuslanan dış politika bakışı…
Yeni nüfuz alanları oluşumuna ilişkin mücadelede, Türkiye önemli bir performans ortaya koyuyor.
Yeni dış politika olarak algıladığımız bu performansın mutlak ve nihai hedefi, şüphesiz yeniden şekillenecek nüfuz alanlarında hatırı sayılır payı kapmak.
Yeni nüfuz alanlarındaki payımız, küresel ekonomideki payımızın da belirleyicisi olacak.
Ve umalım ki, bu pay kapma mücadelesinde yaşanacak kimi sıcak gelişmeler, ülkemize değmez, teğet geçer.

Ve endişeye mahal yok.
Türkiye’nin devlet geleneğinde, dış politika iktidardan iktidara değişmez.
Aksine dış işlerindeki her türlü “işler”, devlet politikası olarak yürütülür.
Bu bakımdan dış politikadaki yeni anlayış ve tutumunun, mevcut iktidarla sınırlı olmadığını, iktidarlar değişse de, bu yeni performansın “devlet politikası” olarak devam ettirileceğinden kuşku duymamak gerekir.

Yeni Bir Çağ
Yüz yıllık zaman dilimini veya çağ dönemini takvimlerdeki belirlemelere göre değil de, insanlığın gelişimindeki aşamalara göre tayin etmeye kalkarsak, 1453 de İstanbul’un Fethi, 1792 Fransız İhtilâli’nde olduğu gibi yeni bir çağa gireli bir yılı aştık.
2008 Eylül’ünden bu yana, yeni bir çağın içindeyiz.
Önümüzdeki 50-100 yıllık dönemin neresine kadar tanığıyız bilinmez, ama emin olun nefes aldığınız sürece tanık olacaklarınızın yanında, bu fütürist makalemiz pek mütevazi kalacak.
(Makale, Bizim Market Dergisi'nin 2010/Haziran sayısında yayınlanmıştır.)

5 Haziran 2010 Cumartesi

BOYKOT HİKÂYELERİ


Bir kez daha dört bir yanda boykot broşürlerinin dağıtıldığı, internette “boykot edelim” mesajlarının dolaştığı günleri yaşıyoruz.
İsrail’in yardım filosuna saldırısı sonrası, kabaran yüreğimiz için elimizden gelenin meydanlara doluşup öfkemizi haykırmak, enikonu öfkemizin hedefi olanlara para kazandırmamayı dert ettiğimiz günlerdeyiz.

Ne zaman boykot konusu ülke gündemine gelse, “başarılamaz” söylemi ile ortaya çıkanların çokça olduğunu biliyoruz.
Ya da başlayıp, ömrü saman alevinin ömrü kadar olan boykot girişimlerinin tanığı olduk çoğu kez.

Gelin, kurucusu ve halen Onursal Başkanı bulunduğum Tüketiciler Birliği’ndeki Genel başkanlık görevimiz esnasında gerçekleştirdiğimiz boykot çalışmalarına bir göz atalım.
Yol haritası doğru belirlenmiş bir boykotu örgütlediğimizde neleri başarabiliyoruz, görelim…

Chesterfield’in Ambalajı
2002 yılıydı.
Bir tüketici elinde Chesterfield sigarası ile bize geldi.
“Bu sigaranın üzerinde Cami resmi var. Paket bitince yerlere atılacak, üzerine basacağız, bunun değiştirilmesini istiyorum” diye yakındı.
Konuyu bizden önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na bildiren tüketicinin başvurusu üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı sigarayı üreten Philip Morris firmasının Türkiye’deki üretici kuruluşuna mektup yazmış, rica etmiş.
Ama nafile. Kulak asan olmamış.

Sigara paketini inceledik.
Gerçekten üzerindeki resim, Ortaköy Cami resmi.
Bir basın açıklaması yaparak, paketteki bu resmin kaldırılmasını, aksi takdirde boykot uygulanacağı konusunda firmayı uyardık ve kamuoyunu da bilgilendirdik.
Açıklamamızın bir gün sonrasında sigarayı üreten firmadan bir yazılı cevap geldi.

Sonuç; Dünyanın dev şirketlerinden olan Philip Morris firmasının, 111 ülkede Ortaköy Camii resmi ile sattığı Cehsterfield marka sigara paketindeki Cami resmi kaldırıldı.

Dünya Devi’nin Özrü
2005 yılındayız.
Ülkemizde Şampiyonlar Ligi final maçı oynanacak.
Maç nedeniyle binlerce yabancı gazeteci ülkemize geliyor.
Gelen gazetecilere dağıtılmak üzere, Türkiye’yi tanıtan bir kitapçık hazırlanıyor.
Kitapçıkta Türkiye ile ilgili olarak; “şark zihniyetli”, “taksicileri soyguncu”, “muhafazakâr yapı nedeniyle eşiyle, arkadaşlarıyla dolaşanlara karışan” bir ülke tasviri yapılarak “Kürt” ve “Ermeni” konularının sorun olarak yaşandığı bir ülkeden söz ediliyor.

Kitapçığı hazırlayan maçın ana sponsoru ve aynı zamanda bir dünya devi; Master Card firması.

Bir basın açıklaması yaptık ve dedik ki; “Türkiye tüketicisi Master Card kullanmaktadır. Bu ticari gerçeklik nedeniyle Master Card, dağıtmış olduğu kitapçıkla ülkemize ve bu topraklarda yaşayan insanlara yapmış olduğu hakaretler için özür dilemelidir. Aksi halde… firmanın hizmetlerini satın alma konusundaki tutumumuzu gözden geçireceğiz.”

Sonuç; Dünya devi firma 24 saat içinde geri adım attı ve bize ve tüm medyaya bir yazı göndererek, Türk halkından özür diledi.

Korku Dağları Sarınca…
Yıl 2006.
Bir bira firmasının reklâm amacıyla ürettiği bardak altlıklarını inceliyoruz.
Güya çeşitli ülke lisanlarına benzetme yapılarak içki adı ile türetilmiş hayali futbolcu adları yazılı.
Arap futbolcu için kullanılan ibare, (Hâşâ) “Biraullah.”
Hemen harekete geçtik.
Hem firma yöneticileri hakkında Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunduk, hem de birayı üreten Anadolu Grubu’nun tüm markalarına boykot başlatacağımızı kamuoyuna ilan ettik.

Sonuç; Anadolu Grubu bize bir yazı gönderdi: “Efes Pilsen olarak kamu vicdanını rahatsız edici bir etki yaratmış olmaktan büyük üzüntü duyduğumuzu ve çalışma ile birlikte bardak altlıklarını bütünüyle yok ettiğimizi kamuoyunun bilgilerine sunuyoruz."

Buraya kadarki boykot anılarımızda, daha boykota başlamadan, sadece boykot edeceğimizi ilân etmekle amaca ulaştık.
Bir de fiilen gerçekleştirdiğimiz boykotlar oldu; “Cephane Bizden Değil”, “Danimarka”, “Onuruna Fransız Kalma” boykotları…

Irak İşgal Ediliyor, Tüketici Boykota Başlıyor
Irak’ın işgalinin yaklaştığı günler.
ABD. tüm pervasızlığı ile geriye sayımı başlatmış durumda.
Savaş karşıtı dünya kamuoyu ayakta.
Bize de, yurttaşlardan “boykot edelim” talebi geliyor yoğun olarak.

Düşünüyoruz, yaşamımızdaki ABD. kökenli malları.
Hangisinden vazgeçelim dersek, tüketici arkamıza düşer?
Başarısız bir boykot girişiminden kurtulmanın çarelerini arıyoruz.
Yaşamımızı işgal etmiş binlerce ABD. malını, mesela bilgisayardaki Windows yazılımını artık kullanmıyoruz dersek, başarabilir miydik?

Sonu olmayan bir girişim yerine, ABD. nin emperyalist yayılmacılığının simgelerini boykot etmeye karar veriyoruz: ABD. nin doları, havayolu American Air Lines ilk aklımıza gelenler. Hamburgeri, kolayı ve sigarasını da listeye ekleyip beş kalemlik bir boykot listesi ile kamuoyuna duyurumuzu yapıyoruz.

Sonuç; ABD. nin ve diğer emperyalistlerin Irak’ı işgaline engel olamadık, işgal sona ermedi.
Ama işgalden dört-beş ay sonra, ABD. de yayın yapan ekonomi kanalı CNBC, ABD. kökenli ürünlerin Türkiye’de satışının yüzde yirmi civarında düştüğünü haber olarak geçti.
Boykot kapsamındaki Mc Donalds firması, Türkiye’de yeni şube açma sürecini durdurdu, dahası varolan şubelerini azaltma kararı aldı.
En önemlisi de, o dönem kadar ekonomik ilişkilerimizde temel parametre olarak kullandığımız “dolar”ın egemenliği sona erdi.

Onurumuza Fransız Kalmadık
2006
yılının son ayları.
“Ermeniler soykırıma uğramamıştır” diyene hapis cezası öngören bir yasa tasarısı Fransa Parlamentosu’nda.
Tasarının kabul edilmesi üzerine, aynı gün boykot kararı alıyoruz.
Başımız yine dertte; boykotu nasıl tasarlamalıyız ki, gerçekten Fransız malı olan ve tüketicinin katılabileceği bir liste yapalım…
Her hafta bir Fransız ürününü açıklama kararı alıyoruz.
Amacımız, kapsamı giderek artan boykot ile Fransız kamuoyunun süreç içerisinde harekete geçmesini sağlamak ve dahası Türkiye tüketicisinin boykota katılımını diri tutmak.

İlk hafta açıkladığımız Total ile yer yerinden oynadı.
Firmanın Avrupa borsalarındaki hisse senetleri açıklamanın olduğu gün yüzde beş değer kaybetti.
Fransa ile ilişkili markalar hangi hafta kendilerini açıklayacağımız endişesi ile Fransa üzerinde lobi yapmaya başladılar.
İlerleyen haftalarda açıkladığımız kimi markaların Türkiye yöneticileri bize gelerek, satışların dibe vurduğunu, yasanın Senato’da yasalaşmaması için Fransa’da yoğun bir çalışma yaptıklarını itiraf ettiler.

Sonuç; Parlamento’da kabulüne karar verilen yasa, Senato’da onaylanmak için yola çıktı. Ama bir türlü Senato gündemine gelmedi ve tasarı yasalaşmadı.

Boykot Paradoksu
Boykot konusunda geçmişten gelen kimi anılarımız bunlar.
Boykot tasarlarken bir çok dinamiği bir arada değerlendirmek gerekiyor.
Dinamikleri doğru değerlendirip, doğru tasarlanan boykot çalışmalarında, amaca ulaşmak mümkün.
Ama bu dinamikler öylesine zorlu ki, kimi zaman boykot sürecinin bir paradoksa dönüşmesi de işten bile değil.
Boykot kampanyalarında olası paradoksları bir başka yazıya bırakıyoruz.

Ancak insanlığın vicdanının kanatıldığı bu günlerde, özellikle Tüketiciler Birliği’nin http://www.tuketiciler.org/ sitesinde duyurduğu ürünleri kullanmayarak, boykot sürecine katılımımızı kararlılıkla sürdürmenin bir borç olduğunu unutmamamız gerekiyor.
(Makale, Baran Dergisi'nde yayınlanmıştır.)