1981 yılı, Haziran ayı.
17 yaşında, tıfıl bir ergenim.
Lise bitmiş, yola devam için üniversite kapısına gelinmiş.
O yıl ilk kez üniversite sınavları iki aşamalı yapılmaya başlanmış.
İlk sınava yaşadığım kentte girdim, kazandım.
İkincisi için O’nunla İstanbul yollarına düştük.
Orduevinde kalıyoruz sınav gecesi.
1981’lerin ülkesi; klima yok, belki de bilinmiyordu daha.
Gece dehşet bir sıcak var.
Ya da sabah sınava girecek olan tıfıl ergenin heyecanı, odada yaşanan iklimi ağırlaştırmış.
Boğucu, sıcak ve nemli bir gece.
Uyku gelmek bilmiyor.
Oysa öğüt neydi; sınav gecesi erken yatılmalı, rahat bir uyku çekilmeli…
Uyku yine de gelmek bilmiyor.
Yatakta debelenirken, bir serinlik hissi.
O eline aldığı bir yatak çarşafını, kocaman, dev bir yelpaze yapmış, ayakta, benim yatağıma doğru sallıyor.
Ne kadar sürdü bu, bilmiyorum; O’nun oluşturduğu bu zahmetli esinti, beni uykunun kollarına bıraktı.
O hep okumanın, okutmanın, eğitimin tarafındaydı.
Şaşırtıcı değil ki…
1940’ların Türkiye’sinde, o ülkenin en güneydoğusunda, her şeyin herkes için, özellikle de kadınlar için daha da zor olduğu zamanlar…
İlkokulun ardından; Diyarbakır’dan, Ankara’ya Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gidip öğretmen olmayı, ardından Almanya’lara gidip Goethe Enstitüsü’nü bitirmeyi başardı.
Sonra ülkesine gelip, ülkenin en bedbaht, yoksul ilçelerinde çocukları eğitmeye başladı.
Eğitimi, derse girmenin dışına taşırdı hep.
Halkevleri’nde tiyatrolar yaptı, öğrencilerini otobüslere doldurup dere-tepe gezdirdi; gidilemeyecek, görülemeyecek kentlerle tanıştırdı onları, yarışmalara soktu.
Ülkesini, toplumunu sevmeyi, doğruluğu öğretti.
Yoksul ülkenin, zor coğrafyanın bu kadını, zor olanı seçti.
O başardı….