9 Kasım 2013 Cumartesi

içinden elektrik geçen fuar..


32. fuar..
İlkini biliyorum, o zamanki adıyla Etap Marmara Oteli’nin altında, Vakkorama diye bir yerin yanında açılmıştı.
Sadece ilkini değil, kalan 31’ini de biliyorum.
32 yıldır yapılan bütün kitap fuarlarına gitmişliğimle, kendimce bir rekorum var.
 
”Osmanlı Kimliği”ni seksenli yıllarda mı almıştım, hatta okumuştum?..
O yaşıma göre ciddi görünüşlü, ciddi içerikli, “yeni” bir şeyler söyleyen bir kitaptı.
Okuduğumda, kitabın farklı olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
O zaman tanışmıştım Taner Timur’la.
Bu yılki fuarın onur konuğu.
Tarih, felsefe, sol üzerine yazmış ben tanıştıktan sonraki yıllarda..
 
Bir dönem kitap fuarına gitmek bayağı bayağı stres oluşturuyordu bende.
Hafta arası gitsem, hamamböcekleri gibi ortalığa yayılmış öğrenciler; hafta sonu gitsem oraya varıncaya kadar çekilen trafik ve içerdeki hafta sonu kalabalığı kitap fuarını gezmeyi eziyete dönüştürüyordu.
Bu yıl da geleneği bozmadım, hafta arasını göze aldım.
Hamamböceklerinin yoğun olmadığı, mutedil bir fuar.
 
Sakinliğin yanında, sanki standlar bu yıl daha özenli yerleştirilmiş, üst üste yığılan kitap ve insan kalabalığını azaltan bir konsept mi seçilmiş nedir, rahat ve zevk alarak gezdim.
 
Şükür bu yıl, o nefret ettiğim kitap dağıtım firmaları ve onların maydanoz satar gibi “beş kitap on lira” türünden pazarlama çalışmaları yoktu.
Ya da en azından benim fark edemeyeceğim kadar azdı.
Yine koridorlara çıkıp yaka-paça çekiştirerek standın yanına götürenlere de rastlamadım.
Fuarın demirbaşları Şemsettin Yeşil yayınları, Bahailer, Ruh ve Maddeciler, Oğuz Yayınları yine vardı.
Fuar biter, bir dahaki yıla kadar bunlardan haber alamam, merak ederim…
 
Senin grafiker kankine eksi not verdim.
“Şerlok Holms oku” demişti sana yanılmıyorsam.
Şerlok kitapları dünya edebiyatının demirbaşlarından.
Ama dedektiflik maceraları olarak bilinir ve edebi değeri her zaman göz ardı edilir.
Kitabını alıp okumaktansa, çevrilen filmleri ile heyecan yapar insanlar.
Bu nedenle grafiker kankine “aferim” demiştim.
Şimdi aferim’i geri alıp, bir de eksi not veriyorum.
Meğerse tüm standlar Şerlok Holms kitaplarından geçilmiyormuş.
Ülkemin yayınevleri Şerlok Holms’u keşfetmiş, yığmışlar standlara.
Anlayacağın, senin grafiker iyi, hoş, entel falan ama; bir ara ona, trend izleyenin sağlıklı düşünemeyeceğini, üretemeyeceğini hatırlatıver..
 
Şöyle-böyle 8 yaşından beri kitap almaya başladıysam; demektir ki, kırk yıldan fazladır bu işi yapıyorum.
70’ler, 80’ler, 90’lar ve sonrası.
Eskiden aldığım kitaplar hala durur.
70’li, 80’li yıllarda aldığım kitaplar, sırf içindeki bilgi insana ulaşsın telaşıyla en ucuz kağıda, en kötü matbaa tekniği ile basılıp ciltlenmiş kitaplardır.
O yıllar Türkiye için yokluk yıllarıydı ve defter, kitap, kağıt lüks tüketimdi neredeyse.
Kitapların façası biraz biraz 90’lı yıllarda düzelmeye başladı.
Bu yıl faça maksimumda, en güzel ciltlerin içinde en pahalı kağıtlara basılmıştı kitaplar.
Böylesi bir kitabı okumaya kıyabilir mi insan?..
 
32 yıldır gide-gele kitap fuarlarına özgü bir öngörü geliştirdim kendimce.
En çok olan ve/veya en çok ziyaretçisi olan, hareketli standların sahibi yayınevlerinin ve yayınlarının temsil ettiği düşüncenin, yelpazedeki yerine göre önümüzdeki günler için ülke siyasetinde gelişmeler olacağını düşünürüm.
Komik ve iler tutar yanı yok belki.
Ama hadi, buna da benim "kitap fuarı oyunum" diyelim...
 
Bu yıl sol düşünce, gezi, Zizek, Boaudiou gibi yeni dönem anlatıcılarının düşünürlerin kitapları resmi geçitteydi sanki..
Buna karşın yelpazenin diğer tarafında konumlanan yayınların sergilendiği tasarım harikası standlar ise sinek avlıyordu.
Hem arz ve hem de talebin yoğunlaştığı yere bakıp önümüzdeki günlerde siyasetin mevcut yapısını değişime zorlayacak veya değiştirecek bir seçmen eğilimin ortaya çıkmasını olası görüyorum.
Haa, bir de; herkes dinini bihakkın öğrenmiş olduğundan dini yayınlar satan yayınevleri de yakında iflas ederlerse hiç şaşırmam.
 
Yine fuarın vazgeçilmezi gazetelerin standları.
Kitap ekleri verdikleri için uğramadan geçmem.
Bir gazetenin standı güzeldi. Çin harfleri ile dolu kitap şeklinde bir masa..
Bazı gazetelerin kitap ekini bedava verip, gazeteyi para ile satmaya çalışmaları komik bir anı olarak kayıtlarıma da girdi.
 
Elimdeki torbaların sayısı ve ağırlığı artınca bir tur arabaya gidip gelmek..
Torbaları büyüten Türk Tarih Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devletin yayınevlerinin inanılmaz indirim yapmasıydı.
Haliyle el durmaz, raflardan beşer-onar indiririm kitapları.
 
Bu arada, başka bir salonda benim bilmediğim bir ikinci standları yoksa, TÜBİTAK standı yıllardır gördüğüm en zayıf ve en kötü standını açmıştı bu yıl.
Yeni yayının hiç olmadığı eski yayınlardan da birkaç çeşidin yer aldığı bir stand.
"Devr-i iktidara göre şekillenen bir bilim yayıncılığı anlayışı yoktur" diye söze başlayacağım, ama buna kendim bile inanmayacağım.
Evrim teorisi ile kafayı yemiş bir takım bürokratların TÜBİTAK yayınlarına el atmış olması ne yüksek olasılık.
Ve ne kadar da yazık!
 
Yapı Kredi Yayınlarının görevlisine çıkıştım; bazı kitapları yatay değil de, dikey dizmişler.
Sordum, tahmin ettiğim gibi “yer yok ondan” olayı..”
“İyi de fuara kitap kapaklarını görmek, hatta kolayca görmek, ellemek için geliyoruz. Bi daha yapmayın” dedim.
Söz verdiler, gelecek yıl asla…
 
Gez gez, bitmiyor.
Standlarda yaşıma, yakın gözlüğüme, beyaz sakalıma hürmeten okur-yazar olduğum düşüncesiyle stand içine davet edilip sohbetlerin yapıldığı küçük molalar olmasa, yorgunluktan yere yığılacaktım bir süre sonra.
Standların altından geçen elektrik akımı yoruyor insanı.
Yoksa binlerce kitabın olduğu bir yeri gezmekten nasıl yorulur insan?
 
Senin Paulo’na rastladım.
Yarım işlerinden biri de bu değil mi?
Keşfettin, ama dostluğu ilerletemedin.
Bundan sonraki yaşamında olur mu ki?
 
Ah şimdi düşünme zamanı; eski zaman Sone’lerinden birini karşılıklı okumadığın biriyle ne yapılabilir?
Trene binip Lizbon’a gitmediğin, “dans edemiyorsam, o devrim benim devrimim değildir” diyen feminist yazara aşık olup eşcinsel hayaller kurmadığın, Bolivya dağlarında devrim marşı dinlemediğin bir yaşam için ne yaparsan mutlu olursun?
 
Anımsadım; ayağımıza geçirdiğimiz toplum, çevre, aile, namus prangalarının zincirlerini şakırdatıp “aklanıp evden çıkmak” ritüeli eşliğinde, yaşam dışarıda tüm canlılığıyla, çılgınlığıyla, coşkusu ile akarken; büyüyen karnımızdaki bebeğe heyecanlanmak, iki-üç akşamda bir yakın aile ziyaretlerinde çay yapıp ikramda bulunmak, "hamile kaldın, hayırlı olsun"; "doğurdun, hayırlı olsun" türü ziyaret sebeplerinin hiç bitmeyecek olduğuna inanmak, kalçalarımızı eşin aldığı arabaya sokuşturup iadei ziyaretlere gitmek..
Sen bu musun?
 
Sensiz fuar gezmek hiç güzel değil.
Özlemek bir yandan, gördüğüm onca güzel şeyi seninle paylaşamamak, konuşamamak boktan bir durum.
Tiyatroda elin akıllısı telefonuyla oynayıp neyi kaçırdığını bilemezken, hep olduğumuz yerlerde, fuarda “elimde olamayan” için kahırlandım.
 
Kendime teselli armağanı vereyim dedim; danışma’da Melis isimli cici kıza ismini verdim, anons etmesi için.
Sadece okullar için genel anons yaparlarmış, yasakmış.
Durumu anlattım. “Gerçekten kaybettiğim aşkımı bulurum belki bu anonsla.”
Cici kız, arka arkaya üç kere seslendi ismini.
Yoktun, gelmedin, göremedim…
İstanbul, 6 Kasım’13