İlkini biliyorum, o zamanki
adıyla Etap Marmara Oteli’nin altında, Vakkorama diye bir yerin yanında
açılmıştı.
Sadece ilkini değil, kalan
31’ini de biliyorum.
32 yıldır yapılan bütün kitap
fuarlarına gitmişliğimle, kendimce bir rekorum var.
”Osmanlı Kimliği”ni seksenli
yıllarda mı almıştım, hatta okumuştum?..
O yaşıma göre ciddi görünüşlü,
ciddi içerikli, “yeni” bir şeyler söyleyen bir kitaptı.
Okuduğumda, kitabın farklı
olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
O zaman tanışmıştım Taner
Timur’la.
Bu yılki fuarın onur konuğu.
Tarih, felsefe, sol üzerine
yazmış ben tanıştıktan sonraki yıllarda..
Bir dönem kitap fuarına gitmek
bayağı bayağı stres oluşturuyordu bende.
Hafta arası gitsem,
hamamböcekleri gibi ortalığa yayılmış öğrenciler; hafta sonu gitsem oraya
varıncaya kadar çekilen trafik ve içerdeki hafta sonu kalabalığı kitap fuarını
gezmeyi eziyete dönüştürüyordu.
Bu yıl da geleneği bozmadım,
hafta arasını göze aldım.
Hamamböceklerinin yoğun
olmadığı, mutedil bir fuar.
Sakinliğin yanında, sanki
standlar bu yıl daha özenli yerleştirilmiş, üst üste yığılan kitap ve insan
kalabalığını azaltan bir konsept mi seçilmiş nedir, rahat ve zevk alarak
gezdim.
Şükür bu yıl, o nefret ettiğim
kitap dağıtım firmaları ve onların maydanoz satar gibi “beş kitap on lira”
türünden pazarlama çalışmaları yoktu.
Ya da en azından benim fark
edemeyeceğim kadar azdı.
Yine koridorlara çıkıp
yaka-paça çekiştirerek standın yanına götürenlere de rastlamadım.
Fuarın demirbaşları Şemsettin
Yeşil yayınları, Bahailer, Ruh ve Maddeciler, Oğuz Yayınları yine vardı.
Fuar biter, bir dahaki yıla
kadar bunlardan haber alamam, merak ederim…
Senin
grafiker kankine eksi not verdim.
“Şerlok Holms oku” demişti sana
yanılmıyorsam.
Şerlok kitapları dünya
edebiyatının demirbaşlarından.
Ama dedektiflik maceraları
olarak bilinir ve edebi değeri her zaman göz ardı edilir.
Kitabını alıp okumaktansa,
çevrilen filmleri ile heyecan yapar insanlar.
Bu nedenle grafiker kankine
“aferim” demiştim.
Şimdi aferim’i geri alıp, bir
de eksi not veriyorum.
Meğerse tüm standlar Şerlok
Holms kitaplarından geçilmiyormuş.
Ülkemin yayınevleri Şerlok
Holms’u keşfetmiş, yığmışlar standlara.
Anlayacağın, senin grafiker
iyi, hoş, entel falan ama; bir ara ona, trend izleyenin sağlıklı
düşünemeyeceğini, üretemeyeceğini hatırlatıver..
Şöyle-böyle 8 yaşından beri
kitap almaya başladıysam; demektir ki, kırk yıldan fazladır bu işi yapıyorum.
70’ler, 80’ler, 90’lar ve
sonrası.
Eskiden aldığım kitaplar hala
durur.
70’li, 80’li yıllarda aldığım
kitaplar, sırf içindeki bilgi insana ulaşsın telaşıyla en ucuz kağıda, en kötü
matbaa tekniği ile basılıp ciltlenmiş kitaplardır.
O yıllar Türkiye için yokluk
yıllarıydı ve defter, kitap, kağıt lüks tüketimdi neredeyse.
Kitapların façası biraz biraz
90’lı yıllarda düzelmeye başladı.
Bu yıl faça maksimumda, en
güzel ciltlerin içinde en pahalı kağıtlara basılmıştı kitaplar.
Böylesi bir kitabı okumaya
kıyabilir mi insan?..
32
yıldır gide-gele kitap fuarlarına özgü bir öngörü geliştirdim kendimce.
En çok olan ve/veya en çok
ziyaretçisi olan, hareketli standların sahibi yayınevlerinin ve yayınlarının
temsil ettiği düşüncenin, yelpazedeki yerine göre önümüzdeki günler için ülke
siyasetinde gelişmeler olacağını düşünürüm.
Komik ve iler tutar yanı yok
belki.
Ama hadi, buna da benim "kitap
fuarı oyunum" diyelim...
Bu yıl sol düşünce, gezi,
Zizek, Boaudiou gibi yeni dönem anlatıcılarının düşünürlerin kitapları resmi geçitteydi sanki..
Buna karşın yelpazenin diğer
tarafında konumlanan yayınların sergilendiği tasarım harikası standlar ise
sinek avlıyordu.
Hem arz ve hem de talebin
yoğunlaştığı yere bakıp önümüzdeki günlerde siyasetin mevcut yapısını değişime
zorlayacak veya değiştirecek bir seçmen eğilimin ortaya çıkmasını olası
görüyorum.
Haa, bir de; herkes dinini
bihakkın öğrenmiş olduğundan dini yayınlar satan yayınevleri de yakında iflas
ederlerse hiç şaşırmam.
Yine fuarın vazgeçilmezi
gazetelerin standları.
Kitap ekleri verdikleri için
uğramadan geçmem.
Bir gazetenin standı güzeldi.
Çin harfleri ile dolu kitap şeklinde bir masa..
Bazı gazetelerin kitap ekini
bedava verip, gazeteyi para ile satmaya çalışmaları komik bir anı olarak
kayıtlarıma da girdi.
Elimdeki torbaların sayısı ve
ağırlığı artınca bir tur arabaya gidip gelmek..
Torbaları büyüten Türk Tarih
Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devletin yayınevlerinin inanılmaz
indirim yapmasıydı.
Haliyle el durmaz, raflardan
beşer-onar indiririm kitapları.
Bu arada, başka bir salonda
benim bilmediğim bir ikinci standları yoksa, TÜBİTAK standı yıllardır gördüğüm
en zayıf ve en kötü standını açmıştı bu yıl.
Yeni yayının hiç olmadığı eski
yayınlardan da birkaç çeşidin yer aldığı bir stand.
"Devr-i iktidara göre şekillenen
bir bilim yayıncılığı anlayışı yoktur" diye söze başlayacağım, ama buna kendim
bile inanmayacağım.
Evrim teorisi ile kafayı yemiş
bir takım bürokratların TÜBİTAK yayınlarına el atmış olması ne yüksek olasılık.
Ve ne kadar da yazık!
Yapı Kredi Yayınlarının
görevlisine çıkıştım; bazı kitapları yatay değil de, dikey dizmişler.
Sordum, tahmin ettiğim gibi
“yer yok ondan” olayı..”
“İyi de fuara kitap kapaklarını
görmek, hatta kolayca görmek, ellemek için geliyoruz. Bi daha yapmayın” dedim.
Söz verdiler, gelecek yıl asla…
Gez gez, bitmiyor.
Standlarda yaşıma, yakın
gözlüğüme, beyaz sakalıma hürmeten okur-yazar olduğum düşüncesiyle stand içine
davet edilip sohbetlerin yapıldığı küçük molalar olmasa, yorgunluktan yere
yığılacaktım bir süre sonra.
Standların altından geçen
elektrik akımı yoruyor insanı.
Yoksa binlerce kitabın olduğu
bir yeri gezmekten nasıl yorulur insan?
Senin Paulo’na rastladım.
Yarım işlerinden biri de bu
değil mi?
Keşfettin, ama dostluğu
ilerletemedin.
Bundan sonraki yaşamında olur
mu ki?
Ah şimdi düşünme zamanı;
eski zaman Sone’lerinden birini karşılıklı okumadığın biriyle ne
yapılabilir?
Trene binip Lizbon’a
gitmediğin, “dans edemiyorsam, o devrim benim devrimim değildir” diyen feminist
yazara aşık olup eşcinsel hayaller kurmadığın, Bolivya dağlarında devrim marşı
dinlemediğin bir yaşam için ne yaparsan mutlu olursun?
Anımsadım; ayağımıza
geçirdiğimiz toplum, çevre, aile, namus prangalarının zincirlerini şakırdatıp
“aklanıp evden çıkmak” ritüeli eşliğinde, yaşam dışarıda tüm canlılığıyla,
çılgınlığıyla, coşkusu ile akarken; büyüyen karnımızdaki bebeğe heyecanlanmak,
iki-üç akşamda bir yakın aile ziyaretlerinde çay yapıp ikramda bulunmak, "hamile
kaldın, hayırlı olsun"; "doğurdun, hayırlı olsun" türü ziyaret sebeplerinin hiç
bitmeyecek olduğuna inanmak, kalçalarımızı eşin aldığı arabaya sokuşturup iadei
ziyaretlere gitmek..
Sen bu musun?
Sensiz fuar gezmek hiç güzel
değil.
Özlemek bir yandan, gördüğüm
onca güzel şeyi seninle paylaşamamak, konuşamamak boktan bir durum.
Tiyatroda elin akıllısı
telefonuyla oynayıp neyi kaçırdığını bilemezken, hep olduğumuz yerlerde, fuarda “elimde olamayan” için kahırlandım.
Kendime teselli armağanı
vereyim dedim; danışma’da Melis isimli cici kıza ismini verdim, anons etmesi
için.
Sadece okullar için genel
anons yaparlarmış, yasakmış.
Durumu anlattım. “Gerçekten
kaybettiğim aşkımı bulurum belki bu anonsla.”
Cici kız, arka arkaya üç kere
seslendi ismini.
Yoktun, gelmedin, göremedim…
İstanbul, 6 Kasım’13