16 Nisan 2013 Salı

Ulufeden, Sadakaya...

Nasılsa yazabileceğim bir medya köşesi var…
Kanser hastası genç üniversiteli genç kızımız ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar arasında yaşanan “yardımlaşma (!)” iletişiminin ardından; ani gelişen gündemlere bayılan ve bayıldığı kadar 24 saat bile geçmeden gündemi iyice ezerek suyunu çıkaran köşe yazarlarımızın arasında, cılız da olsa bir ses edelim, bu yardım olayı üzerine ne hissettik yazalım istedik.
Dedim ya, nasılsa yazabileceğim bir medya köşesi var…

Basiretin Bağlandığı An…
Sayın Bayraktar’ın yerinde olmak, herhalde bir insanın isteyebileceği son şey olmalı.
Basiretin bu kadar bağlandığı nadir zamanlar vardır, insan yaşamında.
Bakan Beyin başına gelen de, böyle nadirattan…

Yaşanan bu talihsizliği kişiselleştirmeden değerlendirmeli.
Bakan Beyin davranışının nedeni, kişisel olarak bakıldığında, basiret bağlanması, vesaire, şu-bu…
Nedeni ne olursa olsun, Bakan Beyin iyiniyetli olduğunu düşünmek, durumundayız.
İyiniyet, kabul.

Bir Dışavurum mu?
Ama o davranışın altında, refleks kökenli bir dışavurumun olup olmadığını bir tartışalım!
İşte bu noktada, refleks olarak gelişen bu dışavurumla birlikte somutlaşan bir başka açıyı da görmek gerek; o da son on yıldır iyice belirginleşen, ama yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan insanları yönetenlerin sadakada, lütufta, ihsanda bulunma içgüdüsü…

Yazık ki, bizi yönetsin diye seçtiklerimizin bize hizmet etmeleri için harcamak üzere, kasalarına koyduğumuz paranın, bizim paramız olduğu gerçeğinden hep birlikte uzak bir şekilde yaşayıp gidiyoruz.
Ne yönetenler, ne yönetilenler ortadaki paranın yönetilenlere ait olduğunu düşünmeksizin hareket ediyoruz.

İcraatı Vasfiye Teyze Finanse Ediyor
Ne zaman icraatlarıyla övünen bir yönetici, bakan görsem, izlesem hep şunu derim iç sesimle; “övüne şişine anlattığın işlerin parasını, yapasın diye ben sana verdim. Yapıcan tabi, mecbuuuur.”

Sanıyorum; yaptığı icraatla, hizmetiyle övünen yöneticiyi, bu haksız övünce iten, yaptığı hizmeti bu topraklarda yaşayan insanlara ihsan olarak görmesinden kaynaklanıyor.
Yoksa, kim, zaten yapmakla mükellef olduğu hizmetleri yaptı diye, hizmeti finanse edenlere hava atmaya cesaret edebilir ki.

Bu sakat zihniyet bir sonraki adımda, yöneticilerin yaptıkları toplumsal veya bireysel hizmet, yarar veya uygulamalarını sadaka olarak görmeleri noktasına varıyor.
Bakan beyin o olayda ağzından dökülen sözlerde somutlaşan tam da budur.

Kömür, beyaz eşya yardımlarıyla, öğrenci burslarıyla başlayan ve nihayetinde ilaç bulunması için gelen yurttaşının cebine para koymaya varan yaklaşımın dokusunda; verileninin, yapılanın bu halka sadaka vermek olarak algılanmasından başka bir şey değildir.
Hadi haddimizi bilelim, iddia etmeyelim öyledir diye; en azından benim hissettiğim budur…

Şimdi; yurttaş olmak üzerine yeniden düşünmek zamanıdır.
Bu işe; “benim verdiğim parayı idare etmesi için seçtiklerimin yaptığı her güzel iş, zaten yapmaya mecbur olduğu; her kötü iş de bana sonuna kadar hesap vermeye mecbur olduğu iştir” diyerek başlasak mı?...