30 Temmuz 2015 Perşembe

29 temmuz'15 #filgunlugu

Çözüm sürecini TBMM’den kaçır.
Terör olaylarını TBMM’den kaçır.

TBMM niye var ki?
Kaldıralım, herkes rahatlasın…
…..

TSK’dan, imzalı füze.
Yapılan operasyonlarda atılan füzelerin üzerlerine, şehit olan güvenlik güçlerinin isimleri yazılmış.
Sözün şehvetine mağlup olmak…
…..

Dün yazmıştım;

Yanıt geldi.
Herkesin öngörebileceği gibi, Yalçın Akdoğan’dan.

Yapılacak belli o halde;
…..

Yine ölüm haberleri…
Yine kan, yine acı…
Bu, sürdürülebilir değil.

#filgunlugu
Bütünü için tıklayınız

28 Temmuz 2015 Salı

kime inanacağız//28 temmuz'15 #filgunlugu

Bugünün gündemi Selahattin Demirtaş’ın, Radikal röportajı…
Tabi yine sağlı-sollu açıklamalar, canlı bomba alarmları, operasyonlar ve ölüm haberleri var.
Ama insan canı üzerinden yürüyen bu sürecin birinci haftası dolmadan, ölüm haberleri artık kanıksanma eğilimine girmeye başladı.

Tıpkı 90’lardaki gibi…
Doğu’da her gün, bir-iki kişi ölür ve gazetenin sonraki sayfalarında, küçük haber olarak çıkardı. Ölü sayısının beşi geçtiği durumlarda, kamuoyu “Doğu’da yine olaylar oldu” derdi…
Şimdiki süreç de, -korkarım- aynı yöne doğru gidiyor.
Toplumsal refleks ve tepkilerimizde, ilk günkü kadar yüksek volüm yok.
…..

“Demirtaş Röportajı”, röportajı yapan Ezgi Başaran’ın da nitelediği gibi, “tarihi bir röportaj.”

Yürütülen süreçte, olumlu sonuca ulaşmaya gerçekten  “çok az” bir mesafe kalmış. İmralı, Kandil, HDP ve devletin İmralı heyetleri, MİT, hatta Adalet Bakanı, şu-bu…
Herkes işin bir tarafından tutmuş, "oldurmaya" çalışmış anlaşıldığı kadarıyla.

Ama olmamış…
Neden?...
Demirtaş’ın yanıtı çok önemli, yenilir yutulur olmayan bir sav içeriyor; “Cumhurbaşkanı aynen şunu demiş ‘Bize hiçbir faydası yok bu işe niye girdik.’”
Demirtaş’ın bu –ve röportajın tamamına egemen olan “Erdoğan bu işi bozdu”- savına karşı, Cumhurbaşkanı’nın mutlaka yanıt vermesi gerekiyor.

Şimdiden duyar gibiyim; “Alçak bir terör örgütü ile bağlantısı olduğu bizce bilinen bir partinin başkanının, hakkımızdaki iddiaları iftiradır” cümleleri ile örülü, kamuoyunun kabarmış milliyetçi duygularına seslenen, yüksek sesli bir yanıt gelecektir.

Kime inanacağız?
Açıkçası kendi adıma, bu röportajda seslendirilen birçok bilgiyi ilk kez duyuyorum.
…..

İlginç bir ayrıntı; tutanaklar var ortada…
Demirtaş’ın söyleminden, HDP’nin İmralı heyetinin her gelişmeyi, görüşmeyi, toplantıyı tutanak altına aldığı hissediliyor. Karşılığında devletin de, bu süreçle ilgili her gelişmeyi, görüşmeyi, toplantıyı kayıt altına aldığı açıktır.

Bu röportaj sonrası tarafların karşılıklı suçlamaları karşısında, sonucunu göze alabilen “tutanak”larını açıklar.
En azından, ben kendi adıma bunu istiyorum.

Ya da benim düşünebildiğimi, bu sürecin taraflarının zaten düşünebildiğini varsayıp, “neden bu süreci kapalı kapılar ardında yürüttünüz de, tüm kamuoyunu kendi çıkarınız için manipüle etmeye kalktınız” diye haykırmayı…
…..

Birkaç on yıl sonra, yeniden bir projeye, en başından başlamak…
Yine ve geçmişi olmayan o başlangıcı görene dek, topraklarımızda ateşin yanışını seyretmek…
Evlere o ateşten korlar düşmesi…
Gecikiyoruz, hızla gecikiyoruz…
…..

Hepimiz sırtımızdaki bagajı bir yere koymalıyız.
Bagajsız oturup düşünmeli, gerçekçi olmalı ve “tahammülfersa” süreci sonlandıracak eli karşımızdakine uzatmalıyız.

#filgunlugu
Bütünü için tıklayınız

27 Temmuz 2015 Pazartesi

27 temmuz'15 #filgunlugu

Çözüm sürecinin en önemli eksikliğinin, müzakerelerin sürekli olarak kapalı kapılar ardında yürütülmesi, yapılan kimi açıklamaların da genel ifadelerden başka bir şey içermemesi olduğunu düşünüyorum. Oysa bir ülkenin geleceğine ilişkin atılan önemli bir adımdan, kamuoyunun peyderpey haberdar edilmesi, toplumsal reflekslerin ölçülmesi gerekirdi.

Evet, böyle bir sürecin tüm ayrıntılarının bütünüyle kamuoyuna açıklanması, sürecin tamamen açık şekilde yürütülmesi olanaksız. Ancak varılan kimi mutabakatlardan kamuoyunun haberdar olması hakkına saygı gösterilmeliydi. Bilginin olmadığı yerde, soru işaretleri başlıyor ve yazık ki, kamuoyunun değerlendirme yapma ve yargılama hakkı elinden alınmış oluyor.
…..

Hangi safta olduğumuz sorulduğunda, “insaftayım” diyebiliyor muyuz?
…..

“Sağ ayaklarını yere daha iyi basıyor. Her duruma daha kolay uyum gösteriyor. … sol, kavramları tartışırken galiba zaman zaman nerede ve hangi koşullarda yaşadığını unutabiliyor. Kavramlara boğuluyor, gerçeğe uzak düşüyor. Gerçeği yakaladığında ise, bu kez bunun pratiğini bulmakta güçlük çekiyor.” (Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), Yalçın Doğan, Tekin, İstanbul, 1985, 3. Bası, s.9)
…..

Bundan birkaç gün önce, 24 Temmuz’da, İstanbul/Bağcılar’da polis operasyonu sırasında GÖ isimli bir kadın öldürüldü. Cenazesi üç gündür İstanbul/Gaziosmanpaşa’daki Cemevinde bekletiliyordu. Nedeni, polis ve cenazeyi gösteri yaparak kaldırmak isteyenler arasında süre gelen çatışma ve gerginlik.

Bu sabah HDP’li bir milletvekili, sosyal medyada yaptığı duyuru ile cenazenin bugün kaldırılacağı, polisin müdahale etmeyeceği yönünde Valilik ile mutabakat yapıldığını açıklamış. Cenaze kaldırmak için “Valilik mutabakatının lazım geldiği” günler…

Bu durum sürdürülebilir değil.
Herkesin bir adım geriye çekilip insan canı üzerinden giden bu süreci sonlandırması gerekiyor.
…..

İktidarın geriye dönüşlerinin listesi çıkarılmalı.
Aklıma gelenler; Ergenekon, sağlıkta devrim, cemaatle ilişki…
Sonuncusu da çözüm süreci oldu.

#filgunlugu
Bütünü için tıklayınız


26 Temmuz 2015 Pazar

#filgunlugu

26 temmuz’15
Twitter’da biri yazmış: Öfke konuşmaya başlayınca akıl susar... Öfke konuşuyor, nefret alkışlıyor, vicdan ölüyor... Bize de susmak düşüyor.”
Barut kokusunun tüm ülkeye çöktüğü son beş günü özetliyor.
Zor zamanlar.

Ülkeyi, insanı tanımakta güçlük çekiyorum.
Dünün, dünde kaldığı; bugün için yarını kestiremediğimiz günler…
…..

İmralı’ya emr-i hak vaki olursa, ne olacak?
Gidişatın kaderini belirlemede bu denli ağırlık, haksızlık…
…..

Gıpta ile baktığımız yerleşik demokrasilerde yöneticilerin başarısız olduklarında, istifa etmeleri gerçeği.
Beş gündür bizde olan bitenden sonra birileri istifa etseydi, diye düşündüm.
Sonra anımsadım ki, zaten “müstafi” bir iktidar tarafından yönetiliyoruz.
İstifa etmiş birinin yeniden istifasını istemek…
Komikmiş gerçekten.


27 temmuz'15
Çözüm sürecinin en önemli eksikliğinin, müzakerelerin sürekli olarak kapalı kapılar ardında yürütülmesi, yapılan kimi açıklamaların da genel ifadelerden başka bir şey içermemesi olduğunu düşünüyorum. Oysa bir ülkenin geleceğine ilişkin atılan önemli bir adımdan, kamuoyunun peyderpey haberdar edilmesi, toplumsal reflekslerin ölçülmesi gerekirdi.

Evet, böyle bir sürecin tüm ayrıntılarının bütünüyle kamuoyuna açıklanması, sürecin tamamen açık şekilde yürütülmesi olanaksız. Ancak varılan kimi mutabakatlardan kamuoyunun haberdar olması hakkına saygı gösterilmeliydi. Bilginin olmadığı yerde, soru işaretleri başlıyor ve yazık ki, kamuoyunun değerlendirme yapma ve yargılama hakkı elinden alınmış oluyor.
…..

Hangi safta olduğumuz sorulduğunda, “insaftayım” diyebiliyor muyuz?
…..

“Sağ ayaklarını yere daha iyi basıyor. Her duruma daha kolay uyum gösteriyor. … sol, kavramları tartışırken galiba zaman zaman nerede ve hangi koşullarda yaşadığını unutabiliyor. Kavramlara boğuluyor, gerçeğe uzak düşüyor. Gerçeği yakaladığında ise, bu kez bunun pratiğini bulmakta güçlük çekiyor.” (Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), Yalçın Doğan, Tekin, İstanbul, 1985, 3. Bası, s.9)
…..

Bundan birkaç gün önce, 24 Temmuz’da, İstanbul/Bağcılar’da polis operasyonu sırasında GÖ isimli bir kadın öldürüldü. Cenazesi üç gündür İstanbul/Gaziosmanpaşa’daki Cemevinde bekletiliyordu. Nedeni, polis ve cenazeyi gösteri yaparak kaldırmak isteyenler arasında süre gelen çatışma ve gerginlik.

Bu sabah HDP’li bir milletvekili, sosyal medyada yaptığı duyuru ile cenazenin bugün kaldırılacağı, polisin müdahale etmeyeceği yönünde Valilik ile mutabakat yapıldığını açıklamış. Cenaze kaldırmak için “Valilik mutabakatının lazım geldiği” günler…

Bu durum sürdürülebilir değil.
Herkesin bir adım geriye çekilip insan canı üzerinden giden bu süreci sonlandırması gerekiyor.
…..

İktidarın geriye dönüşlerinin listesi çıkarılmalı.
Aklıma gelenler; Ergenekon, sağlıkta devrim, cemaatle ilişki…
Sonuncusu da çözüm süreci oldu.



kime inanacağız
28 temmuz’15
Bugünün gündemi Selahattin Demirtaş’ın, Radikal röportajı…
Tabi yine sağlı-sollu açıklamalar, canlı bomba alarmları, operasyonlar ve ölüm haberleri var.
Ama insan canı üzerinden yürüyen bu sürecin birinci haftası dolmadan, ölüm haberleri artık kanıksanma eğilimine girmeye başladı.

Tıpkı 90’lardaki gibi…
Doğu’da her gün, bir-iki kişi ölür ve gazetenin sonraki sayfalarında, küçük haber olarak çıkardı. Ölü sayısının beşi geçtiği durumlarda, kamuoyu “Doğu’da yine olaylar oldu” derdi…
Şimdiki süreç de, -korkarım- aynı yöne doğru gidiyor.
Toplumsal refleks ve tepkilerimizde, ilk günkü kadar yüksek volüm yok.
…..

“Demirtaş Röportajı”, röportajı yapan Ezgi Başaran’ın da nitelediği gibi, “tarihi bir röportaj.”

Yürütülen süreçte, olumlu sonuca ulaşmaya gerçekten  “çok az” bir mesafe kalmış. İmralı, Kandil, HDP ve devletin İmralı heyetleri, MİT, hatta Adalet Bakanı, şu-bu…
Herkes işin bir tarafından tutmuş, “oldurmaya” çalışmış anlaşıldığı kadarıyla.

Ama olmamış…
Neden?...
Demirtaş’ın yanıtı çok önemli, yenilir yutulur olmayan bir sav içeriyor; “Cumhurbaşkanı aynen şunu demiş ‘Bize hiçbir faydası yok bu işe niye girdik.’”
Demirtaş’ın bu –ve röportajın tamamına egemen olan “Erdoğan bu işi bozdu”- savına karşı, Cumhurbaşkanı’nın mutlaka yanıt vermesi gerekiyor.

Şimdiden duyar gibiyim; “Alçak bir terör örgütü ile bağlantısı olduğu bizce bilinen bir partinin başkanının, hakkımızdaki iddiaları iftiradır” cümleleri ile örülü, kamuoyunun kabarmış milliyetçi duygularına seslenen, yüksek sesli bir yanıt gelecektir.

Kime inanacağız?
Açıkçası kendi adıma, bu röportajda seslendirilen birçok bilgiyi ilk kez duyuyorum.
…..

İlginç bir ayrıntı; tutanaklar var ortada…
Demirtaş’ın söyleminden, HDP’nin İmralı heyetinin her gelişmeyi, görüşmeyi, toplantıyı tutanak altına aldığı hissediliyor. Karşılığında devletin de, bu süreçle ilgili her gelişmeyi, görüşmeyi, toplantıyı kayıt altına aldığı açıktır.

Bu röportaj sonrası tarafların karşılıklı suçlamaları karşısında, sonucunu göze alabilen “tutanak”larını açıklar.
En azından, ben kendi adıma bunu istiyorum.

Ya da benim düşünebildiğimi, bu sürecin taraflarının zaten düşünebildiğini varsayıp, “neden bu süreci kapalı kapılar ardında yürüttünüz de, tüm kamuoyunu kendi çıkarınız için manipüle etmeye kalktınız” diye haykırmayı…
…..

Birkaç on yıl sonra, yeniden bir projeye, en başından başlamak…
Yine ve geçmişi olmayan o başlangıcı görene dek, topraklarımızda ateşin yanışını seyretmek…
Evlere o ateşten korlar düşmesi…
Gecikiyoruz, hızla gecikiyoruz…
…..

Hepimiz sırtımızdaki bagajı bir yere koymalıyız.
Bagajsız oturup düşünmeli, gerçekçi olmalı ve “tahammülfersa” süreci sonlandıracak eli karşımızdakine uzatmalıyız.


29 temmuz’15
Çözüm sürecini TBMM’den kaçır.
Terör olaylarını TBMM’den kaçır.

TBMM niye var ki?
Kaldıralım, herkes rahatlasın…
…..

TSK’dan imzalı füze.
Yapılan operasyonlarda atılan füzelerin üzerlerine, şehit olan güvenlik güçlerinin isimleri yazılmış.
Sözün şehvetine mağlup olmak…
…..

Dün yazmıştım;

Yanıt geldi.
Herkesin öngörebileceği gibi, Yalçın Akdoğan’dan.

Yapılacak belli o halde;
…..

Yine ölüm haberleri…
Yine kan, yine acı…
Bu, sürdürülebilir değil.


31 temmuz’15
Benimki sadece merak.
Akil Adamlar Heyeti vardı.
Uzun süre çalışma yaptılar.
Heyetin masraflarını kim karşıladı?
Heyet üyelerine, işlerinden-güçlerinden kaldıkları bu dönem için harcırah falan ödendi mi?
Ödeme yapıldıysa, hangi ödenekten yapıldı?
…..

13 yaşında bir küçük hanım.
Yaşamının başında, duyarlı, ilgili.
“HDP madem ki, Türkiye Cumhuriyeti ve demokrasinin içinde yer almayı seçiyor, o halde; PKK ile arasındaki mesafeyi belirlemeli. Arada kalmak olmaz. Net olarak, PKK ile bağlantısının olmadığını, barış istediğini, söylemeli.”
Bu sese kulak verilmeli.


02 ağustos'15
“Akil Adamlar”a takıldım.
Onca insan, haftalarca, ülkenin dört bir yanında çalışma yaptılar.
Yol paraları, konaklama, toplantı… Bunların hepsi masraf.
Sonra bu insanların bu çalışmaya ayırdıkları zaman.
Bunlar nasıl finanse edildi?

Bugün BİMER denen yere sordum.
Bakalım ne zaman ve nasıl bir yanıt gelecek?

Aslında ödenen bir para varsa, onu bulup çıkarmaya çalışmıyorum.
Sadece Çözüm Süreci konusunda toplumun ne denli bilgisiz bırakıldığı ile yüzleşmek istiyorum. Ulusal birlik ve bütünlük adına bir süreçte görevlendirilen kimi yurttaşlara para ödenip ödenmediğinden bile habersiziz.
…..

Yaşı yetmişe yakın.
İlkokul diploması dahi yok.
Ama okur, yazar, izler.
Trakyalı. Telefon rehberindeki (H) harfi kısmında hiçbir isim yok. O denli has Trakyalı.
Bildiğimiz hep merkez sağ partilere oy atmış, hep “devlet” diyen, sakin, tevekkül sahibi, köy kökenli bir duygu insanı.
“Ne düşünüyorsun” dedim.
“Bütün olanlar Tayyip’in yüzünden, o başlattı bu işleri” deyiverdi.
Kulaklarıma inanamadım. Çaprazlamasına sordum.
Yanıt hep aynı.
…..

Adı Fil Günlüğü bu yazıların.
Fil’in hafızasına nazire, unutmayayım, unutulmasın bu yaşadıklarımız adına…
…..

Bir zorluk var yazarken, otosansür.
Yazdıklarımı üç-beş kişiye gönderiyorum.
Olası sağdan-soldan tepkiler bir yana, “acaba, yazdıklarım nedeniyle zararlı yurttaş konumuna itilir miyim?”
Korku, o denli yaygınlaşmış.
…..

Kentler şimdilerde boş.
İnsanlar köyünde, yazlıkta, tatilde.
Onbeş güne kadar geriye dönüş başlayacak.
Okullar, üniversiteler canlanacak.
AVM ler dolmaya başlayacak.
Bu süreci, o zaman geldiğinde nasıl tolere edeceğiz?
Güvenlik sorunu, tedirginlik tavan yapacak mı?



04 ağustos’15
Gaziantep Belediyesi, üç dönem belediye başkanlığı, bir dönem milletvekilliği yapan ve şimdi de HDP den milletvekili olan Celal Doğan’ın adının verildiği cadde ve parkların isimlerinin değiştirilmesine hazırlanıyormuş.
“Vay, sen misin bizi tek başına iktidardan alıkoyan HDP nin barajı geçmesini sağlayıp, bir de kentimizden milletvekili seçilen” diyen bu anlayışın rövanşist tutumunun, anlayış sahiplerinin yüzünü yere eğdirmekten başka ne gibi bir sonucu olacak, merak içindeyim.
…..

Ve hala merak içindeyim; yolda düşman bellediği birini görüp iki tokat attığında, bu eylemi sahiplenmekten geri kalmayan IŞİD, Suruç katliamına bir türlü sahip çıkmadı.
Ve Suruç sonrasındaki tüm süreçteki eylemlere imza attığını söyleyen PKK nın, çatışma ortamının tetikleyicisi niteliğindeki Lice’deki iki polisin katledilmesi eylemine sahip çıkmaması!..
…..

Porto Riko, “Zengin Liman” demekmiş.
Bu hafta sonu vadesi gelen 58 milyon dolarlık tahvil ödemesinin 628 bin dolarlık kısmını ödeyip, bayrağı çekmiş.
Porto Riko, artık “zengin liman” değil anlaşılan…
…..

Adını ilk kez gazeteci Taha Akyol’un bir makalesinde gömüştüm; Ulusların Düşüşü isimli kitabından söz ediyordu. (Ulusların Düşüşü, Daron Acemoğlu&James A. Robinson, Doğan Kitap, İstanbul, 7. Bası, 2014) Kitabı aldım, okunmak için sırasını bekliyor.

Acemoğlu ile ilgili bir haber ilişti gözüme bugün.
RePEc Research Papers in Economics Platformunun, dünya çapındaki en önemli 2.223 ekonomisti listesinin ilk sırasındaymış.

Anadolu Ajansına demeç vermiş.
Bizimle ilgili kısmı şu: “Çözüm sürecinin bitmesi, politik sistem ve ekonomi için felaket olur. Türkiye’nin yolsuzluk, yasal sistem ve kurumlar sicili kötüleşti. Bu da Türkiye ekonomisini, artan enflasyon ve büyüme için olumsuz yönde etkiliyor.”

Bizi ilgilendirmeyen (o denli içimize gömüldük ki, dünyada ne oluyor, hiç ilgimizi çekmiyor) kısmı da şu: “Avrupa ekonomisi iç patlamaya doğru gidiyor. Krizin sonu henüz görülmedi e Avrupalı politikacılar sorunu yara bandı yapıştırarak çözmeye çalışıyor.”
Acemoğlu’nu izlemeye devam etmeli.


05 ağustos’15
Son birkaç yıldır komuta kademesindeki generallerin isimlerinden bihaberdik. Güzel de olmuştu.
Şimdilerde yine Genelkurmay Başkanı kim, kuvvet komutanları kim, biliyoruz.
Aynı suda iki kez yıkanmaya çalışan ülke, Türkiye…
…..

Dünyanın ortak dramı mülteciler.
Savaşın yersiz-yurtsuz, nefessiz bıraktığı insanlar.
Hemen her gün, batan tekneler, ölen çocuklar, kadınlar, yüzler.
Batan teknelerle birlikte insanlığın vicdanı da sulara gömülüyor.


Veriler durumu net olarak ortaya koyuyor.
Türkiye’nin en zengini olan yüzde 20’lik sınıf, harcamaların yüzde 37,2 sini yapmış.
En yoksul yüzde 20’lik sınıf ise, harcamaların ancak yüzde 8,5’unu.
Yani aradaki makas, neredeyse beş kat.
Şairin dediği gibi;
“Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;”
…..

90’lı yılların başıydı.
Bir yakınımız ilk öğretmenlik yeri için kur’ada Iğdır’ı çekmiş.
Babası ile birlikte kendisini Iğdır’a götürüp yerleştirmeye niyet ettik.

O zamanlar Iğdır il olmamış.
Kars’a uçakla gidip oradan bir minibüsle yaklaşık iki saate yakın bir yolculuk gerekli.
Kars’a soğuk, her tarafın bembeyaz olduğu bir kış günü indik.
İstikamet minibüsle Iğdır.
Aslında uzun olmayan ama yolun bozukluğu ve kış koşulları nedeniyle 2 saat süren o yolda, on kezden fazla durdurulduk.

Tören aynı; herkes arabadan inecek, minibüsün yanında tek sıra halinde ve hazırol vaziyette ve bir elde kimlik olacak şekilde sıralanacak.
Asker elinde kocaman bir defterle gelecek, kimlikleri teker teker elindeki deftere bakarak kontrol edecek. Başka bir asker hazırolda bekleyen herkesin yüzüne dikkatli dikkatli bakacak, tipini beğenmediğine bir kaç soru soracak, tören süresince hazırolda bekleyen bir kadın, çocuk ses çıkarırsa ya da herhangi biri varacağı yere bir an önce varmak için huzursuzlanırsa, önce sert sert bakılacak, sonra küfür edilip ite kaka hazıroldaki sırasından ayırılacak.

On küsur aramaları birbirlerinden farklı kılansa, kontrol görevlisi askerin, bir miktar daha fazla bu “ülkeyi sevdiğine” inanması. Bu durumda tören boyunca askerin tehdit dolu milliyetçi nutkunu da dinlemek, arama töreninin bonusu.

O kısacık yolda kezlerce gerçekleşen bu töreni, biz; Batı’dan gelmiş, beyaz tenli Türkler minibüsün içinden izledik.

Bu arada, iyi ki, kış nedeniyle başımıza takmak için bere falan almıştık. hazırolda beklerken yanındaki karısına, çocuğuna hakaret ve küfür edilen erkeklerin yüzüne bakmadan yolculuğu tamamlamak için çok yararlandık.


08/09 ağustos’15
En iyi “öteki”; elleri arkadan bağlı, yere yüzüstü yatmış ve kuzu kuzu nutuk dinleyen “öteki”dir.
…..

“18 Ekim 1981 tarihinde siyasal partilerin kapatılmasıyla birlikte 120 yıldan bu yana her koşulda kesintisiz sürmüş olan “Partili yaşam” sona eriyordu. … Ulusal nitelikte ilk siyasal parti, siyasal organ ya da kuruluş 1959’da “fedailer cemiyeti” adı altında tarih sahnesine (adım) atmıştı.” (Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), Yalçın Doğan, Tekin, İstanbul, 1985, 3. Bası, s. 137)
İlk siyasi örgütlenmenin ismi, bu coğrafyadaki siyaseti özetliyor.

Kitaba devam;
“Türkiye’de ilk siyasal organın tarihe adım attığı 1859 yılından günümüze … 1981 Ekimine dek, … hiçbir siyasal koşulda, hiçbir iç ve dış koşulda partisiz bir dönemden geçildiği görülmüyor. Ülke tarihin içinden geçiyor, … Birinci Meşrutiyet… İkinci Meşrutiyet… Birinci Dünya Savaşı… Ulusal Kurtuluş Savaşı… İkinci Dünya Savaşı… Bunların tümünde, ülkede siyasal partiler hep var. … Tek parti olmuş, çok parti olmuş, bazıları kapatılmış, … ama siyasal ve sosyal varlıklarını hep koruyabilmişlerdir. (Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), Yalçın Doğan, Tekin, İstanbul, 1985, 3. Bası, s. 139)
12 Eylül’ün bu ülkeye getirdiği “ilk”lerden biri de bu olsa gerek.
…..

Sosyal medyada boy gösteren ilginç kişiler var.
Kimi gazeteci, kimi köşe yazarı, kimi de TV. deki tartışma programlarının her konuda uzman konuğu.

Sosyal medya ilerilerine bakıyorum; biri 2012’inin sonunda hesap açmış. Yani şöyle böyle ikibuçuk yıl.
Gönderdiği iletilerin sayısı onaltı bine yaklaşmış.
İletilerinin saatlerine bakıyorum; neredeyse günün 24 saati ekran başında.

Hiç uyumuyor, çocuğunu sevmiyor, köşe yazısını yazmıyor, yemek yemiyor ve hatta tuvalete gitmiyor.
Ya da bütün bunları yaparken, sosyal medyaya ileti gönderebilme yeteneğini kullanıyor.
…..

“Sümeyye Erdoğan’a suikast” savı da asılsız çıkmış.
Savcılık, suikast planı yapanların yazışmalarının sahte olduğunu tespit etmiş.

Geriye doğru bakıyorum; taaa “Arınç’a suikast” olayından bu yana, “camiye ayakkabı ile girdiler”, “Kabataş saldırısı” falan derken, şimdi bu… 

Bu yalanlara imza atanların inanç dünyasında, “öbür dünya” mekânı var mı, merak ediyorum?



10 ağustos’15
Şantiyede geçen kısa metrajlı film konusunda gelişmeler öngördüğüm gibi oldu.

İlk gün yere yatırılıp elleri arkadan bağlı şekilde, bir polisin attığı “vatan-millet-sakarya ve sizi ham yapacağız” nutkunu dinleyen teröristler için “ah’lanmalar, vah’lanmalar...” Akabinde Başbakanın “soruşturma açtık o polisler hakkında” duyurusu.

Sonraki gün, “vay, teröristle canı pahasına mücadele veren yiğit güvenlik kuvvetlerimize soruşturma açmak!.. Olmaz, bu insanları da anlamak gerek. Kelle koltukta savaşan bu aslan parçaları, ne yapsaydı? Çiçek mi verseydi?” diyerek, garip bir ruh halini ortaya koyan tepkiler…

Anlamak istemediğimiz bir şey var, hukuku genel-geçer durumlara göre belirlemeye kalktığımızda, yakınacağımız olayların ardı arkası kesilmiyor.

Yakalananlar terörist. Silahlarla, hatta ağır silahlarla yakalanmışlar!
Hatta suçüstü yakalanmış olsunlar.
Peki.
Hukuk ne diyor?
Zanlıları yakaladıktan sonra yargı mercilerinin önüne götüreceksin.
Yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2. ve Anayasanın 38/4. maddesine uygun davranacaksın; Taaa Roma Hukukunda “Ei incumbit probatio qui dicit, non qui negat” olarak formüle edilen o meşhur “suçsuzluk karinesi”ni anımsayacak ve “suçluluğu hükmen sabit olana kadar, kimse suçlu sayılamaz” diyeceksin.

Yani elleri arkadan bağlı şekilde yere yüzükoyun yatırdığın zanlılara nutuk atmayacaksın. Görevin, sorumluluğun ve yetkinin sınırlarını aşmayacak, tutanağını, fezlekeni yazıp adliyeye götüreceksin.

Hangi sosyal olay ve gelişmeler olursa olsun, hukuktan sapılmadığı sürece, hukuku sürekli arama işinin bir gün biteceğini ve iyi bir yaşamın bizi kucaklayacağını aklımızdan çıkarmayacağız.

Şu nutuk atan polis amirinin ruh durumu da ilginç.
Kaydın sonuna doğru, “bakma lan bana, herkes yere baksın” diyor nutuksever polis.
İçimden şu geldi; “bütün ülke sana bakıyor, napcan şincik.”
…..

Dün siyasi partiler üzerine birkaç alıntı ve not düşmüşüm.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın halen faaliyette olan siyasi partiler listesine bakıyorum.
97 parti ismi var.
“Dolunay Partisi”, “Elektronik Demokrasi Partisi” gibi ilginç isimler var.
En eski parti, 23 Haziran 1983 de kurulmuş olan Demokrat Parti.
En yenisi ise, 8 Nisan 2015 de kurulan Yenilikçi Türkiye Partisi.

Bu listede yer alan, genel başkanının da sosyal medyada iletilerini aldığım bir parti var.
İsmini, en azından olumsuz örneğin reklâmını yapmamak adına yazmıyorum.
Logosunda asker figürü var.
Parti adına ileti gönderenler ise, evlere şenlik.
İdamı, herkesin başını ezmeyi isteyenler bir araya toplanmışlar.
Okudukça insanın midesi bulanıyor.
Zirve noktasını da, herkese silah dağıtmak için sipariş toplayan bir iletide yakalamışlar.

İlk kurulan Fedailer Cemiyeti’nden, mensuplarına silah temini için sipariş toplayan partiye.
Demokrasi oyununda nereden nereye geldiğimizin net resmi.
…..

Sultanbeyli’de karakola saldırı.
Büyük patlama, ağır yaralılar var.
Halk toplanıp HDP binasına doğru yürüyor.
Twitter’da haberler, Periscope kayıtları birbiri ardına geliyor.
Haber kanalları ise sus-pus.
Durumları evlere şenlik.
…..

“Barış gelsin, tetikten çekilsin eller.”
Bu sözün yinelendiği her anın sonrası, kan ve şiddet haberleri alıyoruz.
Tam ortadan yarıldık.
Aklımız başımızda mı?
…..

Saat 12:00
Günün yarısı.
Ve bilanço, sekiz can…
Geldiğimiz durum; “kınadın-kınamadın” tartışması yapabileceğimiz bir terör olgusu değil, geri dönülemeyecek bir iç-savaş olasılığı ile karşı karşıyayız.
…..

Oniki gün önce TBMM toplanmıştı.
Teröre karşı bir şeyler yapabilir miyiz, sorusuna yanıt arama toplantısıydı.
Gerek görülmedi, tatile gidildi.
Ve hala tatildeler.
…..

Rüzgâr gibi bir günmüş.
Sabah saldırılar, can kayıpları.
Öğleden sonra Savcılar Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç hakkında yakalama kararı verilmesi.
Sonrasında da, Savcılar Öz ve Kara’nın Gürcistan’a kaçtığı haberleri.

Cemaate yönelik operasyonlarda onlarca polis, hakim ve savcı tutuklama kararlarına rıza gösterip cezaevine girdiler.
Kaçma olayı ilk kez oluyor.

Sabaha karşı ülke dışına çıkan bu insanların kaçtıkları değil kaçmalarına göz yumulduğu izlenimine sahibim. Yüksek olasılıkla her hareketleri izlenen bu iki insanın, haklarında yakalama kararı verildiği günün sabahında kaçabilmiş olmalarının başka açıklaması yok.

Yani ilişkiler, ilişkiler…
O kadar çok birbiri içine girmiş ki, herkes birbiri hakkında o kadar çok şey biliyor ki, karşılıklı peşrev kokuyor bütün bunlar.



11/15 ağustos’15
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi tarafından kamu Harcamaları İzleme Dizisi kapsamında, Askeri ve İç Güvenlik Harcamaları İzleme Kılavuzu’nda ilginç bilgiler var: İç güvenlik harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH) ya oranı, 2006 yılında 1.32 iken, 2014’de 1.92 olmuş. Harcamalar yüzde 45 büyümüş.

Bu rakam, ülkenin güvenlik sorununda nereden nereye geldiğinin en çarpısı göstergesi. Siyasi iktidarın (son bir ay hariç) diline pelesenk ettiği, “terörü yok ettik” söylemini boşa çıkarıyor.
…..

Türkiye Barış Meclisi’nin bildirisi.
“PKK zaman geçirmeden Türkiye sınırları içerisindeki silahlı eylemlerine son vermeli. … Buna paralel olarak, hükümet, PKK güçlerine yönelik askeri operasyonları durdurmalı.”

Sıralamanın dikkati çekmesi gerekir.
…..

3 Ağustos’ta Twitter’da yazmışım; “AKP-CHP koalisyon görüşmeleri sonuç vermediğinde, karşılıklı suçlamalar ve topu taca atmanın önüne geçilebilmesi için “neyin ne olduğunu”nun tarafların ortak tutanağına yazılması ve kamuoyuna açıklanması gereklidir.”
Aynı suda yıkanmaya çalışan bir ülkeyiz…
…..

Rakamların farkında mıyız?

Merkez Bankası USD Efektif Satış Kuru:
2 Ocak 2015, 2,35 TL. 14 Ağustos 2015, 2,84 TL.
Fiili devalüasyon yüzde 20,85
…..

Ölüm haberleri aralıksız devam ediyor.
Gelen haberlerdeki can sayısı artık toplumsal refleksi belirlemeye başladı.
Bir ay önce “bir-iki” sayısı büyük tepkilere yol açarken, şimdi “üç” sayısına verilen tepki hissedilir bile değil.
Toplum 90’larda olduğu gibi toprağa düşen canların sayısındaki artışa alışıyor.
…..

Beştepe halkın ziyaretine açılacakmış.
Gezmek isteyen, Cumhurbaşkanlığı sitesindeki formu dolduracak. Formda kimlik ve iletişim bilgileri yer alacak. Daha sonra İçişleri Bakanlığı güvenlik soruşturması yapacak, soruşturmadan “geçer not” alana ziyaret izni verilecek.

Bir de Beyaz Saray’a bakalım; Ziyaret turu için bir Kongre üyesine, yabancı ülke yurttaşı iseniz ABD elçiliğine başvuru yeterli. Bir de girişte tanımlanan kimlik belgesi göstermek…
Ne güvenlik soruşturması, ne de başka bir şey.
Yoruma gerek yok.



16/17 ağustos’15
Muş/Varto’da sokağa çıkma yasağı.
İki taraflı, Diclehaber’in haberine göre, HPG de polis ve askere sokağa çıkma yasağı ilan etmiş.
Haberde bir “şey” daha var; “Muş'un Varto (Gimgim) ilçesinde dün saat 20.30 sıralarında ilçe merkezine giren HPG gerillaları ile asker ve polis arasında yaşanan kısa çatışma ardından ilçe merkezinin tüm sokakları HPG gerillalarının kontrolüne girdi. Gece polis ve askerin karakollarına çekilmesi ile birlikte ilçe merkezinin tüm sokak ve caddelerinde iş makineleri ile hendekler kazılarak sokak ve caddeler kontrol altına alınmış durumda. İlçe merkezi girişindeki köprü havaya uçurulduktan sonra barikat kurulurken şuan ilçeye girişi Muş yolu, Karlıova yolu ve Hınıs yolu tamamıyla HPG gerillalarının kontrolünde. Muş ve Hınıs yönünden gelen polis ve asker takviyesi ilçe girişinden uzak bir alanda konumlanırken, Muş yönünden gelen takviye güçlerle şiddetli çatışmalar yaşanmakta.”

“Gecikiyoruz” diyeli bir ayı geçti.
Önü alınamaz noktayı da geçtik.

Şimdi merak ettiğim şu ki; bu ortamda bir seçim nasıl olacak?
Hangi parti, riski göze alıp seçim çalışması için sokağa çıkabilecek?
…..

Twitter Şeffaflık Raporu açıklanmış.
2015’in ilk altı ayında, 37 farklı ülkeden1003 adet içerik kaldırma istemi gelmiş.
Şampiyonluk Türkiye’de.
718 içerik kaldırma istemi bizden gitmiş.

Düşünmek, düşündüğünü açıklamak gittikçe zorlaşıyor, zorlaşacak…
…..

Bir süredir et fiyatları haberlerde.
Yine spekülâtörlerin sihirli elleri girmiş kırmız et işine anlaşılan.
Yaklaşan Kurban Bayramı, sahipsiz kalan ekonomi kırmız et fiyatlarında kendini belli etmeye başlamış.

Sorun çözülür; geçmişte Sağlıklı Gıda Plâtformu çalışmalarında dile getirdiğimiz ve başardığımız gibi, ilgili bakan “ithalata başlıyoruz” der-demez iş çözülür. Ardında zaten Kurban Bayramı…

Et fiyatlarındaki yükseliş halledilir de, tüketici derneklerinin içine düştüğü durum nasıl çözülür?
Et fiyatlarındaki yükseliş konusunda medyanın uzattığı mikrofonlara akıllara durgunluk veren tespit ve değerlendirmeler yapmış Tüketiciler Birliği Derneği.

Haberde Tüketiciler Birliği Derneği Başkan Vekilinden görüş alınmış; “Bu ne yazık ki serbest piyasa ekonomisidir. Vatandaş et almak için gezecek, bakacak, en uygun fiyatlısını ve sağlıklısını bulacak” diye her tüketicinin yapması gereken önerilmiş.
Öğüt doğru da, “serbest piyasa ekonomisi” için ne zamandan beri bir tüketici örgütü “yazık”lanıyor, anlamak mümkün değil!..
Fiyatların yarışma halinde, serbestçe belirlendiği ve tam rekabetin sağlandığı ekonomik model, ne zamandan beri bir tüketici örgütü için yakınma konusu oldu?

1930’lara öykünen, varoluş nedenlerinden yakınan bu derneğin demecinin şoku geçmeden, asıl öldürücü darbe geldi; “Her gün et yemezseniz, ölmezsiniz.”
Akla hemen 1793 Fransa’sının ünlü kadını, Marie Antoinette geliyor; “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler.”
Gerçi zavallı kadın bu sözü söylememiş ve bu söz ihtilâl ortamının güzel bir dezenformasyonu olarak kendisine mal edilmiş, ama kaç yüzyıldır çözüm üretemeyen zihinlerin paradoksuna işaret etmek için bugünlere gelmiş.

1930’ların kapalı devre, “narh”lı, zapturapt altındaki ekonomik modeline özlem duymak Tüketiciler Birliği Derneği’ni tatmin etmemiş olacak ki, ibreyi 1790’lara kadar uzatabilmişler.

Sonuç, alay konusu olmak.
Bir televizyon programına katılan iktisatçı Mahfi Eğilmez ince ince dalgasını geçmiş bu öneriyle:

Eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez, NTV’de katıldığı bir programda et fiyatlarındaki artışa karşı önerilen tedbirlerle ilgili ilginç bir yorumda bulundu.

Et fiyatlarındaki rekor artışa karşı Tüketiciler Birliği’nin “Et fiyatlarına vatandaş olarak müdahale etmenin en doğru şekli tüketimi kısmaktır. Her gün et yemezseniz ölmezsiniz” önerisini eleştiren Mahfi Eğilmez, Bunlar, hani kahvehanelerde konuşulur ya, ‘sallandıracaksın iki tanesini bir daha oluyor mu’ gibi önlemlerdir dedi.

Eğilmez bu önerilerin gayriciddi ve çocukça olduğunu da sözlerine ekledi. Mahfi Eğilmez’in bu cevabı akıllara İlber Ortaylı’nın cevaplarını getirdi.”

Pek ince değil gerçi.
Ama yenilen herzenin büyüklüğüne bakılınca hayli kibar kalmış ve değerlendirme.



ortalama mutluluk
19 ağustos’15
Mazlumiyet seçimlerde oy getirir mi?
2002’den beri AKP’nin kazandığı her seçim sonrası, seçimi kaybedenlerin öne sürdüğü gerekçelerden biri oldu bu.

1983 seçimleri.
12 Eylül sonrası ilk seçimler.
Seçime hangi partilerin gireceğine beş general karar veriyor.

Önce 12 Eylül yönetiminin Başbakanı, emekli General Bülend Ulusu’ya parti kurdurma denemesi tutmayınca, bir başka General Turgut Sunalp’e parti kurduruyor ihtilâl yönetimi.
“Bir de soldan olsun” deniliyor, Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp’e solda bir parti kurduruluyor.

Kuruluş dilekçesi veren onlarca parti, darbecilerin vetolarıyla seçime sokulmuyorlar. Bu arada Turgut Özal’ın partisi de, arada kaynıyor ve seçime giren üçüncü parti oluyor.

Kamuoyu, medya, dış dünya, herkes darbe yönetiminin, seçimleri Turgut Sunalp’in MDP’sinin kazanmasını istediğini biliyor. Her türlü mekanizma bu partinin seçimi kazanması için çalıştırılıyor.

İşte tam bu noktada, “mazlumiyet” giriyor devreye; “… Özal halk karşısında “mazlum, garip bir parti” rolüne soyunuyordu. “İşte askerî yönetim kendisini değil, Sunalp’i istiyordu”!... Özal bu rolü çok başarılı oynadı.” (Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), Yalçın Doğan, Tekin, İstanbul, 1985, 3. Bası, s. 411)

2002-2010 arasındaki seçimlere ilişkin “mazlumiyet” gerekçesini öne sürenler için tarihten bir örnek.
…..

İktidarlarında, ulusal gelir pastasının sürekli olarak büyüdüğü ile övünmek yeterli mi?
Evet, ulusal gelirin büyümesi iyi ama tek başına yeterli değildir. Pastanın büyümesi kadar, pastanın bölüşümünün adaletli olması da, en az ilki kadar önemli.

Büyümenin hızlı ve sürekli olduğu ekonomik iklimde, gelirin paylaşımındaki adalet, itiraz konusu olmuyor, tepki duyulmuyor.
Büyümedeki yavaşlama ile birlikte, ulusal gelirin paylaşımındaki adaletsizlik halk yığınlarının tepkisini çekmeye başlıyor.

Çeşitli veri setlerine göz atıyorum:
Ülkemizin ulusal gelirinin paylaşımında, 2002-2005 yılları arasında gelir dağılımı iyileşmesi söz konusu. Ancak 2005 sonrası gelir dağılımındaki adaletsizlik artarak devam ediyor. 2013 yılında en zengin yüzde 20’lik kesim ile en yoksul yüzde 20’lik kesim arasında sekiz kat fark oluşuyor.
Bu farkın neyi anlattığı için kıyaslama yapıyorum; 2011 yılı verilerine göre, OECD ülkeleri arasında ulusal geliri en adaletsiz dağıtan iki ülke var, Şili ve Türkiye.

Geliri adaletsiz dağıtırsak ne oluyor?
Her şeyden önce hissedilen enflasyon farklılaşıyor. Yoksul kesim barınma, eğitim, ısınma, sağlık gibi yaşamsal gereksinimleri için daha çok para ayırıyor. Zengin kesim ise, eğlence ve ulaştırma gibi kalemlere para harcayabiliyor.

TÜİK enflasyon hesaplaması yaparken, yoksul ve orta kesimin tükettiği kalemlerin ağırlıkta olduğu sepeti esas alıyor. Dolayısıyla yoksul kesim ile zengin kesimin “hissettiği” enflasyon birbirinden farklılaşıyor.

Ve sonuç:
Gelir dağılımı adaletinin olmadığı toplumda, adalet ve güven duygusu erozyona uğramaya başlar. Bu da, bireyde kaçınılmaz olarak iktisadi, politik ve sosyal sisteme olan güvensizlik duygusuna yol açmaktadır.
Yani umudun azalması ve ortalama mutluluğun azalması.
(Türkiye’de Gelir ve Varlık Dağılımı Eşitsizliği, Abdülkadir Civan, İstanbul Enstitüsü, İstanbul, 2015)

Gelir dağılımındaki adalet sorununu ayrı bir yazıda ele almalı.
…..

Az önce sekiz asker daha yaşamını kaybetmiş.

15 Ağustos’ta not etmişim…
“Ölüm haberleri aralıksız devam ediyor.
Gelen haberlerdeki can sayısı artık toplumsal refleksi belirlemeye başladı.
Bir ay önce “bir-iki” sayısı büyük tepkilere yol açarken, şimdi “üç” sayısına verilen tepki hissedilir bile değil.
Toplum 90’larda olduğu gibi toprağa düşen canların sayısındaki artışa alışıyor.”

İnsan yaşamları artık birer sayıya, istatistiğe dönüşüyor.



"dön baba, dönelim..."
22 ağustos’15
Tüketici Güven Endeksi rakamı açıklandı.
Ağustos’ta, geçen aya göre yüzde 3,6 oranında düşüş var.
Endeks, tarihinin en düşük seviyelerinde dolaşıyor.

Bu endeksi çok önemserim.
Tüketicinin en az üç aylık dönemde, satın alma kararının neresinde durduğuna işaret eder. Yine ülkenin içinde bulunduğu sosyal, politik ve sosyolojik durumuna ilişkin toplumsal algı ortalamasına…
Gözden kaçan bir ayrıntı da; tüketici borçluluğunun tüketiciyi hangi ölçüde rahatsız ettiğidir. Bu rahatsızlığın arttığı dönemlerde, satın alma iradesi zayıflamaya başlıyor. Bu ayrıntıyı, ödenmeyen banka borçları rakamları ile rahatlıkla test etmek olanaklı.
Sahipsiz ekonomide başka sonucu hayal etmek de olanaksız.
…..

Kamu çalışanıyla zam pazarlığında anlaşma sağlanmış.
Aynı anda, başka bir haber; okul servis ücretlerine yüzde 5 zam.
“Dön baba, dönelim.”
…..

“1 Kasım’da seçim” diyorlar.
Neredeyse kesin gibi.
Ama hala zihnimin bir yerlerinde, tekrar seçim olmayacak öngörüsü var.
Bir şeyler engel, bir şeyler eksik;
Şu anda silahlı çatışmanın yaşandığı bölgede, partiler seçim çalışmasını yapabilecekler mi?
Tekrar seçimin sonunda, HDP’nin oyunu arttıracağı konusundaki kamuoyu araştırmaları bir tek benim mi dikkatimi çekiyor?
AKP-CHP-Kemal Derviş koalisyonuna ilişkin küresel beklenti aşıldı mı?
…..

Bundan bir süre önce kredi kartı alışverişlerinde taksit sınırı getirildi.
Amaç cari açığı tetikleyen tüketici borçlanmasını engellemekti.
“Bu denli keskin karar tüketiciye zarar verir, sistemde kaçak oluşturur” demiştim.

Nitekim bir çok konuda olduğu gibi burada da –belki “U” değil ama bir viraja giriliyor- geri adım atılacak.
BDDK Başkanı bu kararı yeniden gözden geçireceklerini ve esnetebileceklerini söylemiş.
Bir “dön baba, dönelim” olayı daha…
…..


“Hem partilerinin düzenli olarak kapatıldığı hem de üyelerinin zulüm gördüğü, hukukiliğin tartışmaya açık olduğu koşullarda siyasal partileri kurmak ve seçim süreçlerine katılmak aktivistler için ne anlama geliyor? Partide çalışan aktivistler, gerilla güçleriyle olan ilişkilerini nasıl müzakere ediyorlar? Kapalı kapılar ardında seçilerek gelmemiş kişiler asıl kararları verirken, mecliste oturmanın ne anlamı var?” (Sandıkla Meydan Okumak Türkiye’de Kürtlerin Siyasi Yolculuğu, Nicloe F. Watts, Çev. Bilgesu Sümer, İletişim, İstanbul, 2014, 1. Basım, s. 31)



Godot geldi mi yoksa?
23/24 ağustos’15
Sayfaya aldığım bu kareye yorum yapamıyorum.
Olsa olsa şöyle diyebiliriz; “bir bürokratın şükür secdesi…”
…..

Diktatörler, çevrelerinde oluşturdukları sessizlik kadar güçlüdür.
…..

Selahattin Demirtaş: “PKK, “ama”sız silah bırakmalıdır.”
Örgüte yakını sitelere bakıyorum, bu önemli açıklama yok.
İşine gelmeyene sansür, bulaşıcı…
Daha önemlisi, Demirtaş’ın günlerdir yaptığı açıklamaların satır aralarında yer alan, “beni destekleyin” feryadının sağlamasıdır bu.
…..


Teklif özetle; Cumhurbaşkanının seçimlere kalan bir aylık süre içinde, herhangi bir siyasi partiye yönlendirici veya seçmenin oyunu etkileyecek konuşma yapmaması, medyaya açıklama yapmamasını düzenliyor.
Teklifin içi boş.
Anayasaya göre sorumsuz ve yargıdan muaf tutulan birine yasa zoruyla bir şeyler dayatıp aksi durumdaki yaptırımları içermiyor.
Anlaşılan zamanın ruhuna uygun hukuk oluşturma gayretiyle verilen bir teklif.
Yani işgüzarlık.
Ama bu işgüzarlığa neden olacak siyasi iklim hepimizi düşündürmeli.
…..

Küresel ekonomide 2008 ayarlarına geri dönüldü.
Bütün piyasalarda satış, panik ve düşüş.

2008 krizinin ardından birkaç makale yazmıştım. Sonuncusu “Godot’yu Beklerken” di. O ve öncekilerde özetle şunu dile getiriyordum:
“Yaşanan derin kriz nedeniyle insanlığın sonunun geldiği falan yok. Sadece bugüne kadar bildiğimiz ekonomik modellerin, üretim yöntemlerinin sonuna geldik.

Dünyada hâkim olan ekonomi mimarisi yerle bir oldu, yerine yeni bir üretim yöntemi, paylaşım modeli, kısacası ekonomi mimarisi inşa edilecek.

2008’de yaşanan büyük kriz sonrası başta ABD olmak üzere küresel ekonominin büyük aktörleri bir dizi önlem aldı, operasyonlar yapıldı.
Aradan geçen yedi yıldan sonra gelinen nokta, 2008’deki küresel iklimden pek farklı değilse, yedi yıl önce öne sürdüğüm o iddialı sav, geçerliliğini halen koruyor.

Ve eğer benim öne sürdüğüm; “yeni bir üretim yöntemi, paylaşım modeli, … ekonomi mimarisi inşa edilecek”se, yani 2008’de yaşanan bu kırılma, kapitalizmin bitişine işaret ediyorsa, o dönemde duyduğum endişeyi yeniden dile getirmekte yarar var; “… düşünülmesi gereken sorun, insanlığı derinden etkileyecek bu kırılma noktasının insanlık ailesine, “savaş” gibi acılar getirip getirmeyeceğidir.”

Aradan geçen zaman, sıcak savaş ortamına ilişkin endişelerimin, Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle yersiz olmadığını gösterdi. Ancak bu bir yana; çözümlenemeyen Avrupa Birliği’nin yoksullaşması, Almanya’nın “AB’ye oynamak ya da Büyük Prusya düşü” arasında gidip gelen kararsız politikası, Ukrayna, Kuzey Kore verilerini de birlikte düşündüğümüzde, endişelerimin yaklaşan somut gerçekliğe dönmesi çok da uzak gelmiyor.

Sonuç; küresel ekonomide 2008 de dağıtılan kartlar, bugün yeniden dağıtıldı.
Türkiye mi?
Biz zaten masada oturmuyoruz.



ayrıntıya gizlenip saklambaç oynamak
25/29 ağustos’15
Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın bir açıklaması. Cumhuriyet’te, Çiğdem Toker’e…

Kendisi ile ilgili yapılan haberlere olan tepkisini anlatıyor. Özetle, “yemedim, çalmadım, çırpmadım” diyor.
Tüm servetini helâl yoldan kazanarak yapmış. Örneğin; oğlum, yapı denetim şirketiyle vergi rekortmenleri listesine girdi” diyor.

Ülkedeki tüm şehirleşme işlerinin başında olan bir bakanın oğlunun yapı denetim şirketinin olması.
Şeytan ayrıntıda gizli…
…..

İstanbul Müftüsü şehit ailelerine; “bağırmayın, yoksa şehidiniz cennete girmez” demiş diye sosyal medyada veryansın edildi birkaç gün önce.
Bugün bir açıklama; “hiç kullanmadığım ve kullanmayacağım bir ifade bana nispet edilerek şehit ailelerini üzdüler.”

Sosyal medya, dezenformasyon girişimine çok açık.
Hele ki sıcak çatışma, yaklaşan seçim, ekonomik kriz ikliminde…
…..

Maketten konut satan bir firmanın yöneticileri adliyede.
Yine yüzlerce mağdur, uçup giden milyonlarca lira.

Bu coğrafyada yaşana hemen herkesin tutkusu, ev sahibi olmak.
Son on yıldır, siyasi iktidarın konut politikası da, bu tutkuyu alevlendirdi. Teşvikler, kentsel dönüşüm, yasal kolaylıklar…
Üç-beş kuruşu bir araya getirenler, örnek daireyi veya maketi görüp hiçbir resmi belge olmaksızın milyonlarını verip, evlerine taşınacaklarının hayalini kuruyor.
Kazın ayağı öyle değil, maketi gösterip olmayan evi satanın insafıyla koşut hayallerin gerçekleşmesi.
Ev alacaklar, Allah aşkına tüketici yasasındaki lehinize olan düzenlemeleri bir kez olsun okuyup ev almaya niyet edin.

Bu arada son olayın öznesi Makrom Yapı’zedelere ne mi olacak?
Paralar gitti. Vuslat başka düşlere…
…..

Göçmen dramı bitmiyor.
Kamyon kasasında havasızlıktan boğulan 71 insan, batan gemide boğulan 200 insan.
Aylardır canını kurtarmak için bir yerlere ulaşmaya çalışan binlerce insan nefes alamadığı için ölüyor.
İnsanlık sulara gömülüyor.
Ve dünya kör, sağır.
…..

#filgunlugu’nde 2 ağustos;
“Akil Adamlar”a takıldım.
Onca insan, haftalarca, ülkenin dört bir yanında çalışma yaptılar.
Yol paraları, konaklama, toplantı… Bunların hepsi masraf.
Sonra bu insanların bu çalışmaya ayırdıkları zaman.
Bunlar nasıl finanse edildi?

Bugün BİMER denen yere sordum.
Bakalım ne zaman ve nasıl bir yanıt gelecek?

Aslında ödenen bir para varsa, onu bulup çıkarmaya çalışmıyorum.
Sadece Çözüm Süreci konusunda toplumun ne denli bilgisiz bırakıldığı ile yüzleşmek istiyorum. Ulusal birlik ve bütünlük adına bir süreçte görevlendirilen kimi yurttaşlara para ödenip ödenmediğinden bile habersiziz.”

Ve yanıt geldi;
“Müsteşarlığımız 5952 sayılı Kanunla, terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere kurulmuş olup, sözü edilen Kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler dahilinde faaliyetlerini sürdürmektedir.

Bu bağlamda, Akil İnsanlar Heyetinin destek ve sekretarya hizmetleri Müsteşarlığımız tarafından yürütülmüştür. Öte yandan, söz konusu heyet üyelerinin görev sürelerinin tayini, heyet üyelerince yürütülecek faaliyetlerin biçimi, içeriği ve faaliyet takviminin belirlenmesi ile heyet üyelerince gerçekleştirilen ziyaretlerde ve diğer etkinliklerde gündeme getirilecek konuların belirlenmesi gibi hususlar Müsteşarlığımızın görev alanına girmemektedir. Ayrıca, Akil İnsanlar Heyeti çalışmalarını gönüllülük esasına dayalı olarak yürütmüş olup, üyelere çalışmaları karşılığında Müsteşarlığımızca bir ücret ödenmemiştir.”

Gelen yanıt, sorularımın karşılığı değil.
“Çalışmaların masrafları nasıl karşılandı” sorusuna yanıt yok.
“Heyet üyelerine harcırah, ücret ödendi mi” sorusuna da, diplomatik yanıt; “çalışmalar gönüllü ve Müsteşarlıkça ödeme yapılmamış…”
“Müsteşarlıkça” demek…
Şeytan yine ayrıntıya gizlenip saklambaç oynuyor.

Ssoyal medyada gelen yanıtı paylaştım.
Gelen tepkiler, kimsenin verilen bilgiye inanmadığı yönünde. 
Sanırım karanlıkta kalan bu konuyu en doğru şekilde, heyette yer alan yürekli bir kişi açıklarsa, gerçeğe ulaşacağız.



ekmek-özgürlük
30/31 ağustos’15
Ekonomideki istikrarsızlığın yurttaşın vereceği oy üzerindeki etkisi?
Yaşanan küresel örnekler, uzun süreli ekonomik istikrarsızlık yaşanan toplumlarda, istikrar için özgürlüklerden vazgeçilebildiğini gösteriyor.

Yaklaşan tekrar seçim için bir ipucu olabilir mi?
…..

Gece ekonomideki istikrarsızlığın seçime etkisi üzerine düşündüm.
Sabah Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıklaması düştü önüme; “Eğer seçimlerde güçlü bir parti çıkmazsa şu ana kadar kazanılan bütün birikimler kaybolacaktır.”
Yani; “Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, güçlü bir partinin iktidara gelmemesi halinde ekonominin kötüye gideceğini açıkla”mış…

Ekmek mi, özgürlük mü?
Ya da yiyeceğimiz bir lokmayı özgürce yiyebilmek mi?
…..

Gündüz Emek ve Adalet Platformu’nun, Galatasaray’daki eylemine gittim.
Kahredici sürece karşı barış isteğimizi söyledik, duamızı yaptık.
Bu platformdaki genç yüreklerle birlikte olmak, benim için bir onur.
…..

İlk kez 16/17 ağustos’15 #filgunlugu’nde yazmışım; “Hangi parti, riski göze alıp seçim çalışması için sokağa çıkabilecek?”
Bugün sağda-solda, seçim yapılmayacak sözleri.
Partilerin aday belirleme, yeni seçim kampanyasına hazırlanma gibi eylemlerindeki sönüklük de, dikkat çekici.
Üstelik genel kanı, tekrar seçimin mevcut tabloyu değiştirmeyeceği yönünde.

Sahi, bir bahanesi bulunup seçimler geriye mi atılacak?
…..

Terörle Mücadele Kanunu Kapsamına Giren Suçların Faillerinin Yakalanmasına Yardımcı Olanlara Verilecek Ödül hakkında Yönetmelik.

Özeti şu; Terör suçunun faili olduğundan kuşku duyduğunuz birini ihbar ediyorsunuz. Sonra Ödül Komisyonu, ihbarcı birey olmanızın bedeline karar verecek.

Önce muhtarlara bu çağrı yapıldı.
Şimdi bu yönetmelikle yeryüzündeki herkesin (çünkü ihbarcının TC. yurttaşı olması da gerekmiyor) ihbar furyasına katılması çağrısı yapılıyor.

Nazi Almanyası, McCarthy’nin ABD’si…
Aradaki tek farkı bulabilir miyiz?
…..

Yeni geyiğimiz “börek.”
Kadından ve Aileden Sorumlu yeni bakan Ayşen Gürcan’a atfedilen bir söz dolaştı ortada; Müslüman kadın börek yapmasını bilmiyorsa, yuvası dağılır.”

Buraya kadar, bence hiçbir sakınca yok aslında.
Evlilik kurumuna ilişkin bir perspektif geliştirmiş yeni bakanımız.

CHP milletvekili Aylin Nazlıaka, yeni bakana telefon açıp bu sözü söyleyip söylemediğini sormuş.
Bakandan efsane yanıt gelmiş; “Böyle bir şey söylediğimi düşünmüyorum. Arkadaşlarım araştırıyor.”

Bu sözün söylenip söylenmemesinden daha vahim olanı, profesör olan bir üniversite hocasının, bu sözü söyleyip söylemediği konusunda emin olamaması.
Arkadaşları araştırıp sonucu yeni bakanla paylaşacak ve belki de ardından kamuoyu da bu kozmik sırrın içeriğine vakıf olacak.
…..

Ekonomide bir alarm da KKTC’de çaldı.
Bakanlar Kurulu, 90 gün süreyle USD kurunu 2,70 TL. da sabitlemiş.

Kıbrıs ülke gündeminde çoktandır yer bulamıyor.
Sıra gelmiyor.

Ama 1970’leri çağrıştıran bu kararı önemsemek gerekir düşüncesindeyim.



sayıdan ibaret yaşamlar
03/07 eylül'15
Çatışmalarda yaşamını yitiren güvenlik görevlilerinin sayısına ilişkin ülke medyasının verdiği haberler ile örgüte yakın haber sitelerinde yer alan ve örgüt tarafından açıklanan bilgilerdeki sayılar birbirinden çok farklı.

Uzun süredir bu çelişki rahatsız ediyor ve aklımı kurcalıyordu.
Bu çelişkiyi, zor duruma düşen örgütün kendini güçlü göstermek adına yaptığı dezenformasyon olarak niteledim bir süre.
Ancak birkaç gündür dikkatimi çeken bir konu var; sabah ölüm haberi medyada veriliyor. Ardından, aynı gün öğlen saatlerinde yapılan tören haberleri…

Örneğin; bugün Mardin/Dargeçit’te, saat 06:30’da patlama oluyor. Dört güvenlik görevlisi yaşamını yitiriyor. Cenazeler bugün tören yapılarak, memleketlerine gönderiliyor.
Çatışmada yaşamını yitirenler için adli bir sürecin yaşanması, otopsi ve benzeri gerekliliklerin yerine getirilmesi gerekiyor.
Bu durumda, sabah olay meydana geliyor ve birkaç saat içinde cenazeler olay yerinden alınıp merkeze getiriliyor, otopsi ve benzeri yasal gereklilikler yerine getirilip karargahta veya Emniyet Müdürlüğü’nde cenazelerin memleketlerine gönderilmesine ilişkin tören gerçekleştirilebiliyor.

Adli Tıp olanaklarının daha yoğun olduğu kentlerde bile bu süre bir-iki günü bulurken, bu olanakların az olduğu merkezlerde, bu süreçlerin bu kadar çabuk tamamlanabilmesini kuşkulu karşılıyorum.

Acaba şehit haberleri günlere yayılarak mı veriliyor?
Can sıkıcı, kahrolası bir soru…
…..

“(Evet) o gün insan “Kaçış nereye?” diyecek.
Hayır, hiçbir sığınak yok.”
(El-Kıyame, 10, 11, Kur’ân-ı Kerîm ve Meâl-i Kerîm Tefsirli Meal, Hasan Basri Çantay, Haz. M. A. Yekta Saraç)
…..

Tuğrul Türkeş demiş ki; “Yüzbinlerce ülkücünün işsiz olduğu ülkemizde MHP’yi iktidardan uzak tutmak hangi akla hizmet etmektir?”

Beyefendi, iktidar olmayı, partilisini işe sokmak olarak algılıyor.
Yandaşa dayalı yönetim, tam da budur!
…..

Gizli Genelgeler yönetimine yeniden dönüldü.

Başbakanlık tarafından 81 il valiliğine gizli olarak genelge gönderilerek; “devlet otoritesini pekiştirmek için” Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyulan her yerde görevlendirilmesi, ülke genelinde “legal görünümlü yapılara ilişkin bilgi toplama” adı altında, sivil toplum örgütlerine, yerel basına, internet sitelerine ve sosyal medya hesaplarına yönelik “fişleme” yapılması talimatı verilmiş.

28 Şubat’ı anımsıyorum.
Başbakanlık Çalışma Grubu diye bir yer kurulmuş, gizli genelgelerle insanların canına okunmuştu.
Bu uygulamanın mağdurlarının olduğu bir yönetimin bu yaptığının açıklaması yok.
Dünün mazlumu, bugünün zalimi.
…..

Dağlıca’da büyük saldırı.
Yaşamını kaybedenlerin sayısı bilinmiyor.
Olayın 15:00’de olduğu söyleniyor.
İlk kez sosyal medyada, saat 21:00 civarında duyuldu.
Ardından ajanslar haberi geçmeye başladı.
Saat şu an 00:33 ve ne yaşamını yitirenlerin sayısı ne de isimleri belli.

Erdoğan TV. de.
Görüntüsü, Dağlıca’da olan-bitenin, kamuoyuna yansıyandan daha vahim olduğunu gösteriyor.
Yorgun, dikkatini toplayamayan bir görüntüsü var.
Önemli bir söz söyledi; “mücadele artık daha farklı olacaktır” mealinde.

Gelişmeler, hızla 1 Kasım’ın gerçekleşmeyeceğine olan düşüncemi onaylamaya başladı.
“Yeni mücadele”den kasıt, olasılıkla bir kara operasyonu.
Tezkere TBMM’den geçti. Hukuken bir güçlük yok.
Sınır ötesi operasyon, Anayasa’da belirtilen seçimlerin ertelenmesi tanımına uygun olarak görülür ve seçimlerin en azından ilkbahara kadar ertelenmesine karar verilirse, sürpriz olmayacak.
…..

Yorum yapmayacağım.
Sadece tarihe kayıt düşmek adına..
Dağlıca’daki saldırının ilk duyurusu saat 18:03’de.
Milli maç saat 19:00’da başlıyor. Maç bitimi 21:00. Başbakan maçı izliyor.
Maçın bitimine doğru saldırıya ilişkin sosyal medyada bilgiler dolaşmaya başlıyor.
Sonrasında bir saldırı olduğu kesinleşiyor.
Ancak yaşamını yitirenlerin sayısı, yaralıların sayısı, olayın ne olduğu açıklanmıyor.
Genelkurmay olaya ilişkin sayıları saat 17:07’de açıklıyor. İsim yok.
Yani nerdeyse 23 saat sonra.



gökdelen tepesindeki finlandiyalı
10/12 eylül’15
Üç gümrük kapısı kapanmış.
Gümrük, devlet olduğunu gösteren işaretlerden biridir oysa…
…..

Devletin iki bakanı Cizre’ye sokulmamış.
Ya bu bakanları azledin ya da bakanlık yaptığı ülkenin toprağına girebilmesini sağlayın.
Ayıptır bu.
…..

Temel sorularımızdan biri belki de şudur; “cenneti mi istiyoruz, yoksa cehennemden mi korkuyoruz?”
…..

“Bu iş böyle olmaz. Her şehidimize karşılık bir HDP milletvekili indirilmeli”
Bu cümleyi sosyal medyada yazan bir profesör hakkında, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” savıyla savcılığa yakınmada bulunulmuştu.
Savcılık takipsizlik kararı vermiş.
Gerekçe; “indirilmeli” sözcüğünün aynı zamanda, mevkiden düşürmek” anlamına gelmesi.

Geçmişte, örneğin; “minareler süngü, kubbeler miğfer” sözüne ceza yağdıran yargı, şimdi sözlük anlamının ardına sığınıyor.

Özcesi; “benim yargım, benim mahkemem…”
…..

Kurban Bayramı tatili dokuz güne uzatılıyor.
Uzun tatil konusu hep soru işareti oldu bende.

Geçmişte bir yazı yazmıştım; “Cumartesi… Cumartesi…”
“Şu “Cumartesi” günü, yarım gün çalışılması işi…
Yarım gün çalışma günü olarak uygulansa; ne kazanırız, maliyeti, ne olur?
Bir araştırılmalı, eğer yapılmadıysa…
Cumartesi günü yarım gün çalışma zamanı olarak uygulansa, Türkiye bundan kazançlı mı çıkar, yoksa atılan taş ürkütülen kurbağaya değmez mi?

Bu soruların yanıtını ülke olarak vermiş değiliz.
Çünkü yanıtı hiç aramadık!..
…..

ABD’de tüketici güven endeksi son bir yılın en düşük seviyesine gelmiş.
Dünyanın efendisi FED, anlaşılan faiz silahını bu ay da çekemeyecek…
…..

(Hawaii’de) “oteller deniz kıyısında olmasına rağmen, her isteyen otelin lobisinden geçerek kumsala ve denize girebiliyor. Zira deniz ve sahiller kamuya açık ve toplum rahatlıkla yararlanabiliyor.” (Zoraki Bankacı, Metin Berk, ABM., İstanbul, 2014, 2. Bası, s. 228)

Sahiller, deniz kıyısı, doğal plajlar bizde de kamu malı.
Ama kumun etrafına bir büfe kondurup, iki şezlong ve şemsiye koyan hasır şapkalı esmer adamlara uğramadan, sıkıysa denize girmeye kalk.
Babasının malıymış gibi önüne kurulduğu denizi dubalarla bölmeye çalışan otelin lobisinden şıpıdık terlikler ve elinde plaj havlusuyla geçerek, denize girmeyi dene.
Sıkıysa…
…..

Antti Tuuri.
Finlandiyalı bir yazar.
Bir romanı elimdeydi yeni bitti; Gökdelenler. (Gökdelenler, Antti Tuuri, Çev. Tulan Yanardağ, Apollon, İstanbul, 2011, 1. Bası)
1900’lü yılların başında, ABD’ye çalışmak için giden bir Finli gencin öyküsü.
Garip bir mizah gizlenmiş romana.
O yıllarda, ABD’ye giden Fin işçilerinin oluşturduğu topluluğunun, Çarlık Rusya’nın egemenliğinde bulunan Finlandiya’yı kurtarmaya çalışan Fin diasporasının öyküleri, küçük aşklar…
İlginç bir keşif oldu benim için.
Bu arada çevirenin de hatırını sormak gerek, ustaca bir çeviriydi.
Yayınevi aracılığı ile ona bir kutlama mesajı göndermeliyim.
…..

19 Haziran’da, Ermenistan’da elektriğe zam yapıldı.
O günden bu yana Ermenistan’da insanlar sokakta ve zammın geri alınması için eylem yapıyorlar.
Dün yine başkent Erivan’da işlek bir ana caddeyi trafiğe kapatmışlar.

Protesto edilen zam oranı yüzde 16.
Dikkat, sadece yüzde 16!



otuz yıl sonra geldiğimiz NOKTA…
13/15 eylül’15
HDP, Burhan Kuzu’nun twitter hesabının engellenmesi için yargıya başvurdu.
Mahkeme bu istemi reddetti.
İyi ki reddetti.
Düşünmek, düşündüğünü yaymak temel insan haklarından biri.

“Düşünce özgürlüğü”nün çoğunlukla mağduru olan bir siyasi hareketin bu başvuruda bulunmasını da not düşmek gerek.
…..

Gordon Moore.
Intel şirketinin kurucularından.
1965 yılında yazdığı bir makalede, bir tümleşik devrenin fiziki boyutunu oluşturan transistör sayısının karesiyle değişeceği savında bulunmuş.

Moore’a göre, her onsekiz ayda bir tümleşik devre üzerine yerleştirilebilecek bileşen sayısı iki katına çıkacak, bu da bilgisayarların işlem kapasitelerinde büyük artış oluşturacak ve üretim maliyetleri aynı kalacak, hatta düşme eğilimi gösterecektir. Daha basit anlatımla, her onsekiz ayda bir bilişim kapasitesi iki katına çıkacak.

Moore’un bu savı, bu yılın Mart ayında ellinci yılını doldurdu. Aradan geçen elli yılda, bir milyardan fazla kapasite artışı oldu.
Kendimizden pay biçelim, elimizdeki telefonların ebatları küçüldü, yetenekleri arttı, pil ömürleri uzadı ve daha bir dolu gelişmeyi kişisel olarak deneyimledik.

Küçük harflerle konuşayım; en azından son dört yılımızı toplum olarak nelerle uğraşarak harcadığımızı anımsayıp “dünyanın yol aldığı güzergâhın neresindeyiz” sorusunu sormak için bile geç kaldığımızı hissediyorum.
…..

Yaygın bir sosyal medya tipi; Politik görüşüne, dünya algısına uygun yayın yapan çeşitli medya sitelerinde yayınlanan haberleri, çoklukla bulunduğu ortamlara ilişkin kareleri sofistike olmaya çabalayan birkaç sözcükten ibaret yorumlarla paylaşır. Yine çoklukla kime ait olduğu bilinmeyen ya da ünlü bir ozanın yazdığı ama altına başkasının isminin yazılı olduğu “derin(!)” yaşam felsefesi içeren dizelerin ekindeki romantik resimlerin hesabında yer alması kaçınılmazdır. Kendine ait özgün hiçbir şey yazmaz, paylaşmaz.

Ama bu sosyal medya kişiliğinin önemli bir özelliği vardır; emek vererek, düşünerek yazdığınız her şeye, özelikle de görüşünüz ona aykırı gelmişse, utanmadan, sıkılmadan kimi zaman hakarete varan ibarelerle ve her türlü nezaketten uzak sözcüklerle tepki göstermek…
Yazdıklarıma gelen tepkiler, yorumlar bu nitelikte olunca, ister istemez yanıt vermek gereği hissetmiyor, dikkate almıyor insan.
…..

Cizre’de yeniden sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Ne oluyor, neler oluyor?
Bilmiyoruz.
Bildiklerimiz de, tarafların dezenformasyon şehvetine bulanmış.
…..

Üstüste yığılmış ciltler, dergiler, kitaplar..
Saatlerdir arasına gömüldüm; bulmaya çalıştığım “Nokta”nın “Nokta” olduğu dönemlerdeki sayılarını toplayıp ciltlettiğim özel koleksiyonum.

Sözünü ettiğim dönem 1985-1990 arası.
Demek ki, üniversite üçüncü sınıftaymışım ilk almaya başladığımda.
Her sayıyı alır, saklar, sonra da hepsini ciltletirdim.

O kapağın olduğu cildi bulamadım.
Filistin Askısı denen şeyin ne olduğunu ilk kez Nokta’nın kapağında görmüştük. 1985 ya da 1986 olmalı.
O sayı büyük gürültü koparmıştı.

12 Eylül karanlığının devam ettiği günler.
İlk kez darbecilerin işkence yöntemleri resimli, ilk elden anlatımlarla yazılıyordu.
Fakülteye giderken, “ne olur, ne olmaz” diyerek, kapıdaki polisten gizlediğimiz, kitabın arasına sıkıştırdığımız bir sayıydı.
Ama o sayıya ilişkin ne bir toplatma kararı, ne dergi yayıncılarının gözaltına alındığına ilişkin hiçbir bilgi yok hafızamda.
Tıpkı, Özal, Doğramacı, Keçeciler, Demirel, İnönü, Ecevit gibi dönemin önemli siyasi figürlerinin kılıktan kılığa sokulduğu diğer sayılar gibi…

Yıl 2015.
Günün konusu, cenazenin önünden selfie çeken Erdoğan kapaklı Nokta dergisi sabahtan toplatıldı, yayın sorumlusu gözaltına alındı.
Otuz yıl sonra geldiğimiz NOKTA…
…..

Özal demişken…
Şimdilerdeki “Menderes-Özal-Erdoğan” üçlemesinin iki numarası.
Bürokratik ahlâksızlığın alenileşmesi, köşeyi dönme edebiyatının, rüşvetin legalleşmesinin, toplumun genlerine nakşedilmesi operasyonunun mimarı.

“Hemen Selim Edes’i arattırıyorum. “Selim, Hong Kong’ta bir dükkandan 50.000 dolarlık alışveriş yaptın mı?” diyorum. Edes’ten gelen cevap beni iyice şaşırtıyor “Valla Metinciğim, bir sürü bürokratla bir elektronik dükkanına girdik. Ne istiyorsanız alın dedim. Kaç para tuttuğunu hatırlamıyorum!” demez mi?” (Zoraki Bankacı, Metin Berk, ABM., İstanbul, 2014, 2. Bası, s. 268)

Başbakanlıkta namaz kılan, Cumaya giden ilk sivil Cumhurbaşkanı, öyle mi?



arnold’un uçan dairesi
19/25 eylül’15
MHP kontenjanından geçici seçim hükümetinde bakan olan Tuğrul Türkeş, partisinden istifa etti ve AKP’ye geçerek, milletvekili adayı oldu.
Anayasa’nın 114. maddesi gereği, Türkeş’in yerine dışarıdan veya TBMM içinden bağımsız bir kişinin bakanlığa atanması gerekiyor.
Ancak bu açık anayasa ihlâline kimse ses etmiyor.

Anayasayı “bir kere (daha) deliverelim gitsin” şarkısı yeniden listelerde…
…..

Bizde yangın devam ederken, Kolombiya’da itfaiyenin sireni çalmaya başladı.
Kolombiya hükümeti ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) arasında barış anlaşması altı ay içinde imzalanacak. İmza sonrası altmış gün içinde FARC silah bırakacak.

Geçmişe bakalım; FARC hareketi 1964’de silahlı eylemlere başlamış. O günden bugüne, 220 bin kişi yaşamını kaybetmiş. Beş milyon insan göç etmek zorunda kalmış.

Sonrasında bugün; 2012 de barış görüşmeleri başlamış. Süreçte Norveç, Küba ve ABD arabulucu olarak katkı yapmış. Yani kitabına uygun, işin doğasına uygun…

Niyet barış olunca, bu niyetin yaşama geçmesinin önünde hiçbir engel duramaz.
…..

Uçan daire ile ilgili ilginç bir bilgiye rastladım.
İlk “uçan daire gördüm” olayı, 24 Haziran 1947’de, ABD’de olmuş.
Gördüğünü söyleyen kişi, sivil bir pilot olan Kenneth Arnold.
İşin tuhafı Arnold, “uçan daire gördüm” dememiş.
Gördüğü cisimlerin “daire şeklinde bir cismi alıp suyun üzerinde fırlatır” gibi hareket ettiklerini söylemiş. Bu tanımlamayı yaparken amacı da, gördüğü cismin hızını betimlemek.
Ama Arnold’un bu tanımlaması, gökte görüldüğü savlanan tüm yabancı cisimlerin uçan daire olduğu ya da uçan daireye benzediği olarak günümüze kadar geliyor.

Olan mı önemli, olandan ne algıladığımız mı?
…..

Kurban Bayramı.
Hac’da facia.
Veganların tepkileri.
Kendini kesen kasaplar.
Değişen bir şey yok.

Pardon, ulusal piyasa kapalı iken, küresel piyasada USD/TL 3.07 eşiğini geçti. 
3.20’ye yolculuk başladı.



acının sustuğu gün...
04/18 ekim'15
“Emin olmama” seçeneğimiz de var.
Ve arada sırada, bu seçeneği kullanmalıyız.
…..

Bir örgüt mensubu öldürülüyor.
Ardından boynuna ip geçirilip güvenlik aracının ardında sürükleniyor.

Sokakta ceset gezdirmek devletin gücü mü, acziyetinin itirafı mı?
…..

Erdoğan’dan “Ahmet Hakan’a saldırı” açıklaması“Şiddetin karşısındayız. Yeter ki bütün medya grupları aynı hassasiyeti göstersinler. Kendilerine gelince ‘yandım’ demesinler. Aynı hassasiyeti başkalarının başına gelince de göstersinler.”

Bu açıklamadan ne anlamak gerek?
“Bütün medya grupları şiddete karşı aynı hassasiyeti göstermeli. Aksi halde Ahmet Hakan’a yapılan normaldir” mi demek?...
…..

“Ya sev, ya terk et!”
Öteden beri MHP’nin kullandığı bu cümleyi şimdilerde AKP taraftarlarının ağzından duyar oldum.

Ceset sürüklemeyle ilgili “devletin gücü/acziyeti” sorunsalına ilişkin sosyal medyada yazdığıma böylesi bir tepki geldi: “Sürekli kibirli ve üstten bir usulle, cevabı içinde saklı sorularla devletin acziyetinden bahsediyorsunuz. Sizi burada tutan ne?”
İktidarın kitleler üzerindeki izdüşümlerinden biri de bu sanırım; “Ülkenin sahibi sadece ve sadece bizleriz. Muhalife, eleştirene, sorana verilecek bir karış toprağımız, hayır; nefesi için kullanabileceği hava bile yok.”
…..

Ankara Katliamı.
Acının bile sustuğu gün…
…..

Bildik tablo yineleniyor; olayın ardından Başbakanlıkta güvenlik toplantısı, Başbakan’ın üzgün yüz ifadesiyle “ülkemizin birliğine, demokrasiye yapılmıştır, kimse bizim gücümüzü test etmeye kalkmasın” sözleri, sosyal medyada birbirinin gözünü oyan mesajlar, acılar, acılar…

Başbakan diğer parti liderleri ile görüşeceğini açıkladı, HDP hariç.
MHP görüşme istemini reddetti.
Davutoğlu-Kılıçdaroğlu bugün görüştüler.

Kılıçdaroğlu görüşme sonrası Bahçeli ve Demirtaş ile görüşeceğini açıkladı.
İlginç bir durum.
Ülkenin Başbakanı kim, anlamak zor…
…..

Katliamdan bu yana internet iyice yavaşladı, sosyal medya ağlarına girmek neredeyse olanaksız.
İlgililer kapatma, engellemeye ilişkin bir karar yok diyorlar.
İyi de, neden böyle?
Konu önemli, gündeme getirmek için ilk adımı attım.
…..

“Ermeni soykırımı yoktur” demek, AİHM’de aklandı.
Doğrusu budur.
“Ermenilere soykırım uygulandı” diyebilmek kadar, aksini söyleyebilmek de; düşünmek ve düşündüğünü açıklama özgürlüğünün bir parçasıdır.

Bu karar insan hakları, düşünce özgürlüğü savunucuları için turnusol deneyi olmuşa benziyor.
Yıllarca İnsan Hakları Derneği başkanlığını yapan, hemen bütün özgürlük hareketlerinde yerini alan bir kişinin yazdıkları beni utandırdı; “AHİM, Doğu Perinçek kararı ile, ‘devletlerin Mahkemesi’ OLDUĞUNU bir kez daha kanıtladı!”
…..

Finlandiya Cumhurbaşkanı Türkiye’ye geldi.
Gelirken tarifeli uçakla, aktarmalı ve hatta ekonomi sınıfında gelmiş.
Dönüşü de aynı şekilde.

Durum beni çok üzdü! “Bir devlet başkanının tarifeli uçakla seyahat ettiğini duymak… Yetmedi, üstelik ekonomi sınıfında… Haddini bil Sauli Niinistö!..” diye yazdım sosyal medyada. Zavallı Niinistö. Beştepe’nin görkeminden sonra tedavi edilemez melankoliye falan girmemiştir umarım.

Köşe yazarı Mehmet Kamış, Zaman’daki yazısında bu konuya değinmiş; doğulu yöneticilerle batılı yöneticiler arasındaki debdebe farkını çok güzel anlatmış.

Ortadoğu, Afrika ülkelerine gelen yabancı devlet adamlarını karşılama törenleri gözüme takılıyor arada. Şatafat, debdebe, kırmızı halılar, bandolar, yöresel kıyafetli ordular vs. vs.

Nuh’un Gemisi’ne “tevazu”yu da sıkıştırabilir miyiz acaba?


basın özgürlüğü, aslında kimin özgürlüğü
24/29 ekim'15
Ağrı’da, HDP’nin seçim bildirgesinin yer aldığı broşürlerin toplatılmasına karar vermiş mahkeme.
Seçime giren bir partinin kazanması durumunda yapacaklarının yer aldığı broşürün toplatılması ancak “ileri” demokraside olanaklı!
Yahu muhteremler, seçime giren partinin vaadlerini yargı marifetiyle değerlendirmek niye? Onu sandıkta halk yapar…
…..

İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal CHP’ye üye oluyormuş.

Herkesin dilediği partiye üye olmak ve siyaset yapması en doğal hakkıdır.
Ancak onbinlerce üyesi bulunan bir meslek odasının başında olan bir kişi sadece parti üyesi olarak kalmayıp partiyi temsil makamında siyaset yapacaksa; bu doğal hakkını kullanmadan önce, temsil ettiği makamdan ayrılması da, en az onun kadar doğal bir zorunluluktur.
…..

Murat Belge ile röportaj; “Daha önce bizim desteklediğimiz, doğru işler yapan adam uydurma bir Tayyip Erdoğan’mış. … Ben de doğrusu kendimi kandırılmış hissediyorum.”

“Kandırıldım” demek bulaşıcı.
Bir kere de “kandırıldık” diyeceğimize, “yanılmışız” diyebilsek…
…..

Koza-İpek Holdinge kayyum rezaleti.
Kayyumların ilk işi medya kuruluşları; Kanaltürk, Bugün TV., Bugün ve Millet gazetelerine elkoymak oldu. Genel yayın müdürleri görevden alındı ve bir dizi saçmalık.

Anayasa’nın 28. maddesi ile başlayan “Basın Hürriyeti” bölümü.
Hele orada 30. madde var ki, medya kuruluşlarına suç aleti olduğu gerekçesiyle “zapt ve müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz” diyor.
Bu madde anımsatıldığında gelen yanıt hazır; “mülkiyete elkoymadık, medyaları kapatmadık.”
Bu yanıta verilecek tek tepki, “hadi ordan” demekten öte değil.

Sosyal medya “kayyum olayı”na yoğun tepki verdi.
AKP tabanı, sevenleri, taraftarları hariç, geçmişte cemaat nedeniyle mağdur olduğunu düşünen kesimler de dahil hemen herkes, bu yapılanın diktatöryal bir uygulama olduğu konusunda mutabık.

Ve yurtdışı.
ABD’den AB’ye dışarısı bu konuda tepki verdi.
Yabancı basın bu rezaleti büyük gördü.
Verdiğimiz fotoğraf maalesef bu.
…..

Anayasal güvence altındaki medya özgürlüğü ilk bakışta basın kuruluşları ve çalışanlarının özgürlüğü gibi görünse de, aslında yurttaşın temel hak ve özgürlüğüdür.



yarına adım atmak
01/08 kasım’15
Ve seçim yapıldı.
Aylardır ülkeyi geren süreçte yeni bir aşamaya gelindi.
Halkımız iradesini ortaya koydu.
Bu irade, seçen/seçilen/seçilemeyen herkesin saygı ile karşılaması, kabul etmesi gereken bir sonuçtur.
Seçimi kazanan AKP’yi kutluyorum. Ülkemiz için hayırlı ve başarılı çalışmalar yapmalarını diliyorum.
Seçimin diğer kazananı OyveÖtesi’dir. Yurttaş girişimi olarak ülke çapında başlayan örgütlenme, önemli bir seçim deneyimi kazanmış ve rüştünü kanıtlamıştır.
Seçimin kaybedenleri Kılıçdaroğlu, Bahçeli Demirtaş/Yüksekdağ, Kamalak, Perinçek ve Destici’nin de,demokrasinin gereğini yaparak istifa yönteminin onurunu yaşamalarını diliyorum.
….

Fil Günlüğü’ne 26 Temmuz’da, ateşin ülkeyi yakmaya başladığı ilk günlerde başlamıştım; “Adı Fil Günlüğü bu yazıların. Fil’in hafızasına nazire, unutmayayım, unutulmasın bu yaşadıklarımız adına…” diye not düşmüştüm.
Seçim sonrası yeni dönemde “yazmalı mıyım” diye soruyorum kendime.
Kararsızım, ama karar verene dek yazacağım.
…..

Seçimlerin üzerinden bir hafta geçti.
“Seçmen ne mesaj verdi” sorusunun içimizi bayılttığı günlerdeyiz.
“Seçimde yine hile oldu”, “yok olmadı, halk seçeneksiz” tespitlerinin, “anketçilere de yuh olsun” eleştirilerinin yapıldığı günler.
Şu söylenmeli; “8 Haziran’da satranç tahtasının başına geçen Erdoğan maçı kazandı.”
Hepsi budur!.
…..

Seçimin kaybedenlerinin istifanın onurunu yaşamaya niyetleri yok sanırım. Bir tek BBP Genel Başkanı Mustafa Destici; “görevi bırakmaya hazırım” demiş. Aklıma 90’lı yıllarda, DSP nin her seçim yenilgisinin ardından istifa edip örgütün ısrarı (!) ile yeniden partinin başına geçen Bülent Ecevit’in istifa kurnazlığı geliyor nedense.
…..

Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabını okudum bu ara.
Yeni bitti.
Ufuksuzluğun kısırlığına düşmüş olanlar için birebir.

Şu alıntı oradan; “İkinci Dünya Savaşı sırasında Hollywood’da oyuncu olan Ronald Reagan, Nazi toplama kamplarındaki kurbanları kurtarmada önemli rol oynadığından söz ediyordu. Film dünyasının içindeyken Reagan gördüğü bir film ile gerçeği birbirine karıştırmış olmalı. Seçim kampanyaları sırasında II. Dünya Savaşı’na ilişkin kahramanlık öyküleri anlatmayı hiç ihmal etmeyen Reagan, hepimizin gururunu okşamayı başarıyorduysa da anlattıkları, 9 yaşındayken izlediğimde beni de çok etkilemiş olan A Wing and a Prayer (Bir Kanat ve Bir Dua) isimli filmin senaryosuydu aslında. Reagan’ın halka verdiği demeçlerde bu türden daha bir çok öykü yer alıyordu. Siyasi, askeri, dini liderlerin ya da bilim adamlarının gerçeği kurgudan ayırt etmede zorlandıkları durumlarda, halka yönelik bir tehlike oluşturduklarını da kabul etmek gerek.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 140-141)


hitler’i madara etmek
09/15 kasım’15
1980’de Almanya’da, daha doğrusu Federal Almanya’daydım.
Güzergâhın bir yeri Batı/Doğu Berlin’den geçiyordu.
Gezinin en ilginç ve sarsıcı durağıydı.

Henüz 17 yaşındaydım.
Türkiye’de “12 Eylül’e ramak kala” günleri yaşanıyordu.
Yeterince politize olmamıştım belki, ama “sağ ve sol” ikilemi üzerinde genç fikirlerim vardı.
Ben ve genç fikirlerim, 1980’nin Temmuz’unda Berlin’deydi.

Kentin ortasından geçen metrelerce bir duvar.
Kentin batısında, o güne dek gördüğüm hiçbir Alman kentinde olmayan ışık, eğlence, dinamizm.
Doğusunda, eski-püskü otomobiller, mutsuz insan yüzleri, heyecansız adımların atıldığı karanlık caddeler.
Kentin batısı, alabildiğine “işte komünizm budur” dedirtmek için rengârenk inşa edilmiş, yaşam en üst düzeyde “canlı” tasarlanmış.
Ortasından duvar geçen kent.
1989’da yıkıldı o duvar.

Yıkıldı ve sonra dünya daha mı güzel oldu?
…..

Ülkede medya özgürlüğü sorunu var.
Hangi taraftan bakarsak bakalım, iktidar yanlısı da, muhalif de olsak, bu gerçeği yok sayabilmek olanaklı değil.
Kayyum, uydudan çıkartma, medya üzerindeki psikolojik baskı, işten atma, otokontrol refleksinin yerleşmesi…

Medya neden önemli?
“Basın ve polis örgütü üzerinde mutlak denetiminiz varsa, yüz milyonlarca insanın anılarını yeniden yazmak olasıdır. Bu iş hemen her zaman, güçlülerin iktidardaki gücünü arttırmak; ulusal liderlerin kendini beğenmişliklerine, büyüklük sabuklamalarına, paranoyalarına hizmet etmek için yapılır. Böylelikle hata düzeltme mekanizmasına taş konulmuş, halkın büyük siyasi hatalara ilişkin anıları silinmiş ve bu hataların yinelenmesi garanti edilmiş olur.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 419)

Toplumlar açıklık istiyor, özgürlük istiyor.
Kimi zaman bu istek seçim sonuçlarına yansımasa da, uzun erimli bakıldığında, hiçbir toplumun tek sesli bir medyaya razı gelmediği açık. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

Örneğin; İkinci Dünya Savaşı sürecinde, Almanların işgal ettiği topraklarda ilk yaptıkları işlerden biri gazete ve radyolara elkoymaktı. Elkonulan medya organları sadece Nazi propagandası yapabiliyorlardı.

Ancak bu uygulamaya her ülkede direniş gösterildi.
Danimarka’da direniş hareketleri tarafından 400’den fazla yasak, muhalif yayın basıldı. Bu eylemi yapanlar Gestapo tarafından ya infaz edildi ya da Nazi kamplarında yaşamlarını yitirdiler. Ancak bu eylemlilik savaş sonuna kadar devam etti.

İlginç bir eylem de Belçika’da yapılmış.
Naziler işgalin ardından ülkenin 300 bin tirajlı Le Soir gazetesine elkoyarlar. Başına işbirlikçi iki gazetecinin getirildiği gazetede, artık Nazi propagandası dışında hiçbir haber yer almaz.

Belçika direniş hareketi muhalif yayınlar hazırlayıp dağıtmayı başarsa da, ulaşabildikleri insan sayısı sınırlı kalır. Bunun üzerine Nazilerin elkoyduğu Le Soir gazetesinin mizanpajının aynı olduğu basımı yapılır. İsmi Le Faux (Sahte) Soir olan gazetede, Naziler ve Hitler ile alay eden haberler yer alır. Gerçek Le Soir’den önce bayilere dağıtılan Le Faux Soir 50 bin kişiye ulaşır.

Özgürlüklerin önündeki bariyerlerin ezelden ebede kalması olanaklı değil.
Yeter ki, Le Faux Soir’ı basıp yayarak matbaa sahibi Wellens, baskı kalıplarını çalan Mullier ve yayını koordine eden Aubrion ve onbeş arkadaşı gibi sonunda Nazi kamplarında yaşamlarını yitirmeyi göze alabilecek devrimciler olsun..
…..

Ve ateş Fransa’ya düştü.
İnsanlık her yerde ölüyor.
…..

Yine Carl Sagan’a döneceğim.
Kitapta olağanüstü bir sivil dayanışma örneği anlatılmış.
Yazarın kızının da gittiği ilkokul, New York/Ithaca’da. Yoksul ve etnik çeşitliliğin hâkim olduğu bir kent.

Okuldaki iki fen öğretmeni Levin ve Levine, çocuklara bilimsel eğitim verebilmek için 1960’lardan başlayarak, evde bulunur kimyasal maddeler ve benzeri diğer eşyalarla dolu portatif kütüphane arabalarıyla okula düzenli geziler yapmışlar, çocuklara bilimi tanıtmaya çalışmışlar.

Sonra bu iki öğretmen 1983 yılında yerel gazeteye ilan vererek çevre sakinlerini, çocukların eğitimindeki kalitesizliği konuşmak üzere davet ediyorlar. “Toplantıya elli kişi geldi. Sciencenter’ın (Bilim Merkezi) ilk yönetim kurulu da bu elli kişilik gruptan çıktı. İlk bir yıl boş bir işhanının ilk katını sergi alanı olarak kullandılar. Ama mal sahibi kiracı bulunca, iribaşları ve ve turnusol kâğıtlarını yüklenip boş bir depoya taşınmaları gerekti.”

Mekânsız kalan Bilim Merkezi için kentte terk edilmiş bir arsa satın alınır. Yörede doğmuş ve yaratıcı oyun tasarımlarıyla ünlü bir mimar bir proje çizerek ilk bağışı yapmış. Ardından Ulusal İnşaatçılar Derneği’nden çeşitli malzemelerin ücretsiz alınması sağlanmış.

Ve sonra; “İnşaata başlamadan önce arsadaki bazı eski tulumbaların sökülmesi … (için) Cornell derneklerinden birinin üyeleri gönüllü oldular. … İki gün içinde, 200 ton moloz çıkardılar. Ardından … yöredeki duvarcılar, doktorlar, marangozlar, üniversite profesörleri, tesisatçılar, çiftçiler, kısaca yediden yetmişe herkes kolları sıvayıp Sciencenter’ı inşa etmeye koyuldu. … Haftada yedi günlük çalışma çizelgesi (uygulandı). Herkese bir iş verildi. Bu projeye 2200 kent sakini, 40.000 saatten fazla zaman bağışlamış oldu. İnşaatın yüzde 10’luk kısmı hafif suçlardan hüküm giymiş kişilerce yapıldı. … On ay sonra Ithaca, dünyada çevre sakinlerince yapılmış ilk bilim müzesinin sahibi oldu.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 354-355)

Bir araya gelince, aşılamayacak engel, sorun ve hatta diktatör yok.
Sorun, bir araya gelebilmekte…


erdoğan vs. putin
05 aralık'15
Şiir kitabı çok az okuyorum.
Hayır, çok çok az…
Şimdilerde elimde Yannis Ritsos var, Umarsız Penelope. (Yannis Ritsos, Umarsız Penelope, çeviri Cevat Çapan, De, İstanbul, 1983)

Yabacı ozanların kitaplarını aralarken tedirgin olurum.
Çeviri, konu şiirse daha bir ustalık istiyor.
Ritsos’u, Cevat Çapan çevirmiş.
Usta işi çeviri, şiirleri yeniden yazmış sanki.

Kapağın altındaki sayfaya baktım, 3. TÜYAP fuarında almışım –Etap Marmara’nın altında mıydı o vakitler fuar, anımsayamadım bir türlü- ve çevirmeni de; “görülmemiş bir çiçek açma olabilir mi bu şiirler?” diyerek imzalamış.
Tarih 9 Kasım 1984.

Artık ne ekmekleri vardı, ne cephaneleri.
Artık toplara yalnız yüreklerini sürebilirlerdi.

Ritsos usta bir ozan.
Yunan coğrafyasının tarih yazıcısı.
Sürgün, hapislik, yoksunluk…
Her ozan gibi onun yaşamının da, başköşesinde.

Sofra takımlarıyla aynı torbaya koyup kaldırmışlar
                dedelerinin kemiklerini
…..

Türkiye-Rusya gerilimi, Erdoğan-Putin savaşına dönüştü.
Bir Erdoğan, ardından Putin, tekrar Erdoğan…
Açıklamalar, tepkiler, imalar…

Açıkçası, Erdoğan Rusya gerilimini çok ustaca yönetiyor. Satranç tahtasını diplomasinin üzerine kurdu.
Bir yandan “benim milletim çile çekmiştir, gerekirse yine çeker” saptamasıyla hem ülke kamuoyuna moral/talimat verdi, hem de Putin’e yemeye kalkacağı lokmanın büyük olduğunu gösterdi.
Yine “Putin, benim kararlılığım ve cesaretimden çok söz etmiştir” sözüyle Putin’den gelecek herhangi bir hamlenin kendi kararlılığı ve cesareti ile yüzleşmesi gerektiğini anımsattı.

Erdoğan’ın satranç oynar gibi hamleler yapması yeni değil.
Son örneğini 7 Haziran seçimleri sonrasında gördük.
Sonuçlar kendisini mutlu etmedi ve seçim sonuçlarını seçmene geri fırlattı.
“Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum” ile başlayıp koalisyon görüşmelerine ilişkin yönlendirici tutumuyla “olmaz denileni” yaptı ve ülkeyi yeniden seçimlere götürdü.
Sonuç AKP için tarihi zafer.

Aksi olabilir miydi?
Elbette. AKP, 7 Haziran’daki yüzde 41’i bile arayacak duruma düşebilirdi.
Sadece siyaset değil yaşamın her alanında kazananlar takımı, cesaretle risk alabilen kişilerden oluşuyor.
Ve hakkını teslim etmek gerek, Erdoğan bu oyunu ustaca oynuyor.


ölü çocuklar hiç büyümez
06/20 aralık’15
2. Dünya Savaşı, sadece yaşamını kaybedenler için değil evlerini terk edenler için de felaket oldu. Milyonlarca insan tüten ocağını, sokaklarını, anılarını bırakıp mülteci olarak yollara düştü.

O felaketten sonra ilk kez 2013 yılında, elli milyonun üzerinde insan göç etti.
2013’de mülteci olanların sayısı ellibir milyonu geçti.
Bu rakam Hollanda, Belçika gibi ülkelerin toplam nüfusundan fazla. Neredeyse tek başına bir İtalya.

Ve dünya, mülteci kıyafetinin içine sıkıştırılan milyonları izlemeye devam ediyor.
…..

25 Eylül 1964 benim doğum günüm.
Erdal Eren’in de doğum günü.
12 Eylül cuntasının 13 Aralık 1980’de astığı, 17 yaşındaki çocuk.

Ben bugün 51 yaşındayım.
Erdal hep 17’sinde..
“ölü çocuklar hiç büyümez”
…..

Birkaç gün önce Musul’a gönderdiğimiz askerlerimizi bugün geri çekmeye başlamışız.
Onüç yıldır ABD askerinin çizmeleri altında bulunan Irak’ın bile bize kafa tutmasına, Türk mallarına boykot gibi uçuk tepkilerine neden olan operasyondan geri adım.
Onca yaşanan gerginlik, şu-bu…

Ağa ile köylünün kasabaya yolculuğu gibi.
Ağa yolda tuvaletini yapar ve köylüye, “şunu yersen sana 50 kayme” teklifinde bulunur.
Beş parasız köylü afiyetle yer ve parayı alır.
Ama yaptığından pişman ve intikam ister; az giderler ve bu sefer köylü tuvaletini yapar ve aynı teklifte bulunur.
Durduk yere cebindeki paradan olan ağa fırsatı kaçırmaz ve köylünün pisliğini yer ve parasını geri alır.
Kasabaya geldiklerinde saf köylü sorar; “Ağam, yola çıktığımızda senin cebinde 50 lira vardı. Şimdi yine cebinde 50 lira var. İyi de biz bu b.ku neden yedik?”
…..

Çok sayıda yerleşim merkezinde günler süren sokağa çıkma yasağı.
İşyerleri kapalı, insanlar evlerinde.

Son SMS olayı olmasaydı, sokağa çıkma yasağı olan yerlerde eğitim-öğretimin de durduğunu fark etmeyecektik belki, çünkü okullar da kapalı.

Sokağa çıkma yasağı olmayan yerlerde öğrenim devam ediyor.
Eğitimin kesintisiz sürdüğü kentte yaşayan öğrenci ile sokağa çıkma yasağının vurduğu kentteki öğrenci, aynı zamanda, aynı sınavlara girip yaşamlarını belirleyecek; TEOG, LYS ve adını bilmediğim sınavlarla…
Gelin, fırsat eşitliğine bir de buradan bakalım.
…..

Suskunluğumuzun sessizliğini, silâh sesi dolduruyor.
…..

Egemen güç hukuk düzeninin hem içinde, hem de dışındadır.
Egemen güç, hukuku belirlerken kendi için hukuku askıya alabilir. Askıya alma, egemen gücün tüm hukuk dışı uygulamalarını meşru duruma getirir.

Yani, “devlet terörü” diye nitelenen şiddet aslında egemenin kendisi için hukuku askıya almasından başka bir şey değildir ve şiddetini –yazık ki-meşrulaştırır.


maris'in dişleri
01/17 ocak'16
Viyana Filarmoni 1842’de kurulmuş.
Orkestranın özelliği tüm kararlarının üyeleri tarafından alınıyor olması.
Üyeleri Viyana Devlet Operası Orkestrası’nda üç yıl deneme süresini tamamlayanlar arasından belirleniyor.

Ve bu orkestranın 1940’dan bu yana aksatmadan gerçekleştirdiği yeni yıl konseri, her yılın ilk gününde.

Muhteşem bir salonda, Strauss ailesinin eserlerinin ağırlıkta olduğu polkalar, ufak bir bale gösterisi ve Avrupa’nın asilzadeleri, jet sosyetesinin doldurduğu salonun alkışlarıyla eşlik ettiği Kaiser-Walzer ile müthiş final.

Biletleri 2 Ocak-28 Şubat arası satılır ve bu tarihte bileti satın alabilen şanslı sanatseverler onbir ay sonraki konseri canlı izleyebiliyor.

Ama konser doksan ülkede konser canlı veriliyor.
TRT de yaklaşık yirmi yıldır yayınlar.
Benim için de yılın ilk günü klasiği.

Bu yıl Maris Janson şef olarak sahne aldı.
Olağanüstü, sıcak bir konser.
Tek sorun Janson’un takma olduğu hissine kapıldığım ön dişleri oldu.
…..

Geçen seferki yeni anayasa girişimi, bir çok açıdan hayalkırıklığı oldu, özellikle toplumun sürece katılımı anlamında.
TBMM Anayasa Komisyonu sivil toplumdan görüş almaya çalıştı. Ancak hem görüş alma yöntemi, hem de katılım bakımından beklenen olmadı.

2016 Anayasa yılı olacağa benziyor.
Anayasa üzerine okumalara zaman ayırmak gerek.
Bilmiyorsak, müdahil olamayız.

En önemli paradoks başkanlık sistemi.
“Seni başkan yaptırmayacağız” sözünün, 7 Haziran’daki sonucunu biliyoruz, HDP oylarındaki artış.
Ancak “O’nu başkan yaptırmamak” sadece Kürtlere ihale edilmiş bir iş midir?
…..

Şehitler ölmez.
Amenna.

Siviller şehit olmaz.
Onlar sadece ölür.
…..

Şiddet, şiddeti doğuruyor.
Net.
…..

Ülkede işler yolunda gitmediğinde, merak edenler aynaya baksınlar.
İlk nedeni orada görecekler.
…..

90’lı yıllardı.
Kimileri düşündüğü ve düşündüğünü söylediği için “TCK. 312. madde”den yargılanıp ceza alıyor ve hapse atılıyordu.
Eleştirinin, muhalefet etmenin önünde karabasanların olduğu, sisteme dair “bir şey diyen” için başına neler gelebileceğinin meçhul olduğu zamanlardı.

O dönem, bir şeyler yapmak adına açıkladığı düşünceleri nedeniyle yargılanan ve ceza alan kişiler için sivil itaatsizlik eylemleri yapılıyordu. Amaç, o dönemin TCK. 312. maddesi nedeniyle bu özgürlüğün tepesinde sallanan Demokles’in kılıcının yok edilmesiydi.

Birkaç eyleme ben de katılmış, hatta Murat Bozlak, Hasan Celal Güzel, Necmettin Erbakan ve birkaç kişi için yapılan ve onbinlerce imzanın toplandığı bir kampanyayı da yürütenler arasında yer almıştım.
Şimdinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yaşar Kemal ve daha niceleri için kendimizi Savcılığa ihbar edip düşündüğünü açıkladığı için yargılanan kimselerin suçuna iştirak ettiğimizi açıklıyor ve yargılanmak istiyorduk. Çıkış noktası Voltaire idi; “Düşüncelerinizi hiçbirine katılmıyorum, ama bunu özgürce ifade edebilme hakkınızı sonuna kadar destekliyorum. Çabalar sonuç verdi ve 2002’den sonra, düşünceyi açıklama özgürlüğünün önündeki engeller kaldırıldı.

Yazık ki, dönüp dolaşıp yıllar sonra aynı yere geldik.
Şimdi, 1128 hain edindik.
Bu kadar sayıda akademisyen bir bildiri açıkladı.
Ne yabancı işbirlikleri kaldı, ne de vatan hainlikleri.
Savcılık soruşturma açtı, bildiride imzası olanlar evlerinden alınıp ifadeleri alındı. Bir kaçı üniversitelerinden kovuldu, kimilerinin kapıları “X” ile işaretlendi, dahası adı çetecilikle anılan birisi tarafından “kanlarının oluk oluk akıtılacağı ve akan kanlardan duş alınacağı” açıklandı.
Ve işin trajik yanı, bütün bu ateşin fitili, kendisi de düşüncesini açıkladığı için hapis yatan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından tutuşturuldu.

Metni okudum.
Sorunlu bir metin.
Ancak evrensel kurallar ve anlayış açık; içeriğine katılmasam da, şiddete çağrı veya nefret suçu içermeyen her düşünce açıklamasının özgürce açıklanabilmesinin yanındayım.
Kavgam budur.
Bu bildirinin altına imzamı atıp kendimi Savcılığa ihbar edip yargılanma isteminde bulunacağım.
Yani kavgamı vereceğim.
…..

Akademisyen tartışmasına denk geldi, “Ne ders Olsa Veririz Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü” elimde. (“Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı)
Bildiri sonrası Vakıf üniversitelerindeki kovulma öyküleri ışığında okumaya başladım.
Kitap “vakıf üniversitesi” saçmalığından (ya da ticarileşen sözde vakıf üniversitesinden) yola çıkmış. Akademisyen emeğinin yani vasıflı emeğin değersizleşmesine, güvencesizleştirilmesine göz atıyor.

Vakıf üniversiteleri.
YÖK’ün sitesine baktım; şu anda 193 üniversite var. Bunların 109’u devlet, kalanı vakıf üniversitesi.
İlk üniversite 1933’de açılmış.
İlk vakıf üniversitesi de, 1992’de.
İlk zamanlar vakıf üniversitelerinin açılması çok yavaş. 2000’lerden sonra yağmur gibi üniversite kuruluş izinleri verilmeye başlanıyor.


Ve şimdi, bunca vakıf üniversitesinin “sözde” üniversite olduğuna ilişkin saptamalar; “ “Sözde” dememizin nedeni, bu kurumların çoğunun ismen “vakıf” üniversitesi olmasına rağmen, bir vakıftan farklı olarak kamu yararından önce ve had safhada kâr amacı gütmeleri ve dahası üniversiteden sağlanan kârı, üniversite sahiplerinin diğer sektörlerdeki yatırımlarına aktardıklarının düşünülmesidir.” (“Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı, Sayfa 22/dn.7)




#filgunlugu