Viyana
Filarmoni 1842’de kurulmuş.
Orkestranın
özelliği tüm kararlarının üyeleri tarafından alınıyor olması.
Üyeleri
Viyana Devlet Operası Orkestrası’nda üç yıl deneme süresini tamamlayanlar
arasından belirleniyor.
Ve
bu orkestranın 1940’dan bu yana aksatmadan gerçekleştirdiği yeni yıl konseri, her
yılın ilk gününde.
Muhteşem
bir salonda, Strauss ailesinin eserlerinin ağırlıkta olduğu polkalar, ufak bir
bale gösterisi ve Avrupa’nın asilzadeleri, jet sosyetesinin doldurduğu salonun
alkışlarıyla eşlik ettiği Kaiser-Walzer ile müthiş final.
Biletleri
2 Ocak-28 Şubat arası satılır ve bu tarihte bileti satın alabilen şanslı
sanatseverler onbir ay sonraki konseri canlı izleyebiliyor.
Ama
konser doksan ülkede konser canlı veriliyor.
TRT
de yaklaşık yirmi yıldır yayınlar.
Benim
için de yılın ilk günü klasiği.
Bu
yıl Maris Janson şef olarak sahne aldı.
Olağanüstü,
sıcak bir konser.
Tek
sorun Janson’un takma olduğu hissine kapıldığım ön dişleri oldu.
…..
Geçen
seferki yeni anayasa girişimi, bir çok açıdan hayalkırıklığı oldu, özellikle
toplumun sürece katılımı anlamında.
TBMM
Anayasa Komisyonu sivil toplumdan görüş almaya çalıştı. Ancak hem görüş alma
yöntemi, hem de katılım bakımından beklenen olmadı.
2016
Anayasa yılı olacağa benziyor.
Anayasa
üzerine okumalara zaman ayırmak gerek.
Bilmiyorsak,
müdahil olamayız.
En
önemli paradoks başkanlık sistemi.
“Seni başkan
yaptırmayacağız”
sözünün, 7 Haziran’daki sonucunu biliyoruz, HDP oylarındaki artış.
Ancak
“O’nu başkan yaptırmamak” sadece Kürtlere ihale edilmiş bir iş midir?
…..
Şehitler
ölmez.
Amenna.
Siviller
şehit olmaz.
Onlar
sadece ölür.
…..
Şiddet,
şiddeti doğuruyor.
Net.
…..
Ülkede
işler yolunda gitmediğinde, merak edenler aynaya baksınlar.
İlk
nedeni orada görecekler.
…..
90’lı
yıllardı.
Kimileri
düşündüğü ve düşündüğünü söylediği için “TCK. 312. madde”den yargılanıp ceza
alıyor ve hapse atılıyordu.
Eleştirinin,
muhalefet etmenin önünde karabasanların olduğu, sisteme dair “bir şey diyen”
için başına neler gelebileceğinin meçhul olduğu zamanlardı.
O
dönem, bir şeyler yapmak adına açıkladığı düşünceleri nedeniyle yargılanan ve
ceza alan kişiler için sivil itaatsizlik eylemleri yapılıyordu. Amaç, o dönemin
TCK. 312. maddesi nedeniyle bu özgürlüğün tepesinde sallanan Demokles’in
kılıcının yok edilmesiydi.
Birkaç
eyleme ben de katılmış, hatta Murat Bozlak, Hasan Celal Güzel, Necmettin
Erbakan ve birkaç kişi için yapılan ve onbinlerce imzanın toplandığı bir
kampanyayı da yürütenler arasında yer almıştım.
Şimdinin
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yaşar Kemal ve daha niceleri için kendimizi
Savcılığa ihbar edip düşündüğünü açıkladığı için yargılanan kimselerin suçuna
iştirak ettiğimizi açıklıyor ve yargılanmak istiyorduk. Çıkış noktası Voltaire
idi; “Düşüncelerinizi hiçbirine
katılmıyorum, ama bunu özgürce ifade edebilme hakkınızı sonuna kadar
destekliyorum. Çabalar sonuç verdi ve 2002’den sonra, düşünceyi açıklama
özgürlüğünün önündeki engeller kaldırıldı.
Yazık
ki, dönüp dolaşıp yıllar sonra aynı yere geldik.
Şimdi,
1128 hain edindik.
Bu
kadar sayıda akademisyen bir bildiri
açıkladı.
Ne
yabancı işbirlikleri kaldı, ne de vatan hainlikleri.
Savcılık
soruşturma açtı, bildiride imzası olanlar evlerinden alınıp ifadeleri alındı.
Bir kaçı üniversitelerinden kovuldu, kimilerinin kapıları “X” ile işaretlendi,
dahası adı çetecilikle anılan birisi tarafından “kanlarının oluk oluk akıtılacağı ve akan kanlardan duş alınacağı” açıklandı.
Ve
işin trajik yanı, bütün bu ateşin fitili, kendisi de düşüncesini açıkladığı
için hapis yatan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından tutuşturuldu.
Metni
okudum.
Sorunlu
bir metin.
Ancak
evrensel kurallar ve anlayış açık; içeriğine katılmasam da, şiddete çağrı veya
nefret suçu içermeyen her düşünce açıklamasının özgürce açıklanabilmesinin
yanındayım.
Kavgam
budur.
Bu
bildirinin altına imzamı atıp kendimi Savcılığa ihbar edip yargılanma isteminde
bulunacağım.
Yani
kavgamı vereceğim.
…..
Akademisyen
tartışmasına denk geldi, “Ne ders Olsa Veririz Akademisyenin Vasıfsız İşçiye
Dönüşümü” elimde. (“Ne Ders Olsa
Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici
Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı)
Bildiri
sonrası Vakıf üniversitelerindeki kovulma öyküleri ışığında okumaya başladım.
Kitap
“vakıf üniversitesi” saçmalığından (ya da ticarileşen sözde vakıf
üniversitesinden) yola çıkmış. Akademisyen emeğinin yani vasıflı emeğin
değersizleşmesine, güvencesizleştirilmesine göz atıyor.
Vakıf
üniversiteleri.
YÖK’ün
sitesine baktım; şu anda 193
üniversite var. Bunların 109’u devlet, kalanı vakıf üniversitesi.
İlk
üniversite 1933’de açılmış.
İlk
vakıf üniversitesi de, 1992’de.
İlk
zamanlar vakıf üniversitelerinin açılması çok yavaş. 2000’lerden sonra yağmur
gibi üniversite kuruluş izinleri verilmeye başlanıyor.
Ve
şimdi, bunca vakıf üniversitesinin “sözde” üniversite olduğuna ilişkin
saptamalar; “ “Sözde” dememizin nedeni,
bu kurumların çoğunun ismen “vakıf” üniversitesi olmasına rağmen, bir vakıftan
farklı olarak kamu yararından önce ve had safhada kâr amacı gütmeleri ve dahası
üniversiteden sağlanan kârı, üniversite sahiplerinin diğer sektörlerdeki
yatırımlarına aktardıklarının düşünülmesidir.” (“Ne Ders
Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral
Gezici Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı, Sayfa 22/dn.7)
#filgunlugu