Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı ve Tüketici Hakları Uzmanı Av. M. Bülent Deniz, aylık dergi Bizim Market'de, ekonomik gelişmeleri değerlendiriyor...
İşte 2009/Ekim sayısında yer alan makalesi:
"Sahi, Bir Yıl Geçmiş..."
Geçtiğimiz sonbaharda başladı küresel ekonomik kriz.
Haber vere vere gelen küresel kriz nedeniyle bir yıldır tüm dünya, bu “yeni durum”u anlamaya, çözmeye çalışıyor.
Şirket iflâsları, işsizlik, giderek ülke iflâsları noktasına kadar getirdi küresel ekonomiyi. Kimilerince insanlık tarihin tanık olduğu en büyük ekonomik deprem, kimilerince küresel ekonominin mimarisinin yeniden tasarlanması süreci olarak algılanan bu deprem sona erdi mi?
Şimdilerde herkesi sorduğu temel soru bu.
Bu sorunun yanıtını doğru bilenler, özellikle perakende sektörünün aktörleri, önümüzdeki dönemdeki tercihleri nedeniyle rakiplerinden bir, belki de birkaç adım öne çıkacak.
Ama bütün mesele, sorunun yanıtını doğru verebilmekte.
Birkaç ay öncesine giderek, sorunun yanıtını kendimizce aramaya çalışalım.
Nisan ayından itibaren tüm ekonomik göstergelerde hissedilir iyileşmeler başladı. Göstergelerdeki “tepetaklak düşüş”, yerini “düşüş”e bıraktı.
Eh şimdi, “düşüş devam ediyorsa, iyileşme bunun neresinde” diye sormamız hayli yerinde.
Bu sorunun yanıtını ileriki satırlara bırakarak, Nisan ayında başlayan bu gelişme üzerine olan-bitene bakalım:
Başta ABD Başkanı Obama olmak üzere IMF., OECD, Dünya Bankası, FED gibi ekonominin baş aktörlerinden gelen açıklamalar dünyayı rahatlatmışa benziyor. Hatta “krizi bilen adam” olarak anılan Nouriel Roubini’den bile, iyimser açıklamalar gelmeye başladı. “Kriz bitti, dibi gördük, düşüş yavaşladı” tarzında bize yansıyan bu açıklamaların, moralleri yükselttiği bir gerçek…
Ama bizim dikkatimizi çeken bir nokta var; bu açıklama sahiplerinin ifadelerindeki temkinli iyimserlik. Dahası başta Roubini olmak üzere, bir gün basına yansıyan iyimser açıklamaların tekzip edilircesine, ertesi gün aynı ağızlardan “kriz daha geçmedi” söylemleri…
Bakıldığında, bizim medyamıza yansıyan bu iyimser/kötümser açıklamaların aslında, haberi yapan gazetecinin meşrebine, beklentisine göre çevirisinin yapılarak haberleştirildiği gibi vahim bir durum söz konusu.
Ekonominin baş aktörlerinin ağzından çıkacak her sözün borsaları uçuracağı veya yere çakacağı gerçeği nedeniyle bu konumdakilerin söylemlerinin her zaman temkinli olması, satır aralarının dikkatli okunması gerekiyor. Bu durumda da, bu açıklamaların ülkemiz insanına servis yapılması noktasında, servis yapanın kişisel tercihleri bizi de, ülke ekonomisini de olumsuz etkileyebilecek niteliktedir.
Dünyanın Sonu mu Geliyor?
Biz, küresel depremi kötümser yorumlayanlar grubundayız.
Yaşanan, sıradan veya sıradan olmayan bir ekonomik kriz olmak yerine, insanlık tarihinin yazının keşfi, Fransız İhtilâli ve benzeri önemli kırılma noktalarından biri niteliğinde.
Yüzyıllardır süregelen kapitalist ekonomik model yerine, insanlık bu deprem sonrasında dünyanın ekonomik düzenini, ekonomik ilişkilerini yeniden biçimlendirmek, tasarlamak ve açıkçası küresel ekonominin mimarisinin yeniden kurgulamak zorunda.
Bu sürecin bir-iki hatta on yıl sürmesini beklemek de, mümkün değil. Tarihin önemli kırılma noktalarına baktığımızda, sürecin 50-100 yıllık dönemlere yayıldığını görüyoruz. Eğer bizim bu iç karartıcı öngörümüz doğru ise, şimdilerde dünya coğrafyasını paylaşan insanlık önemli bir olaya tanıklık ediyor. Ama tanık oldukları bu olayın sonuçlarını bizler değil, torunlarımızın görmesi kuvvetle muhtemel…
Zor Dönemlerin İnsanı Olmak…
Peki biz ne yapacağız?
Öyle ya da böyle, kriz ortamında yaşamak, kazanmak ve gelişmek, en azından mevcudumuzu korumak zorundayız.
Ama bunun için küresel krize ilişkin öngörülerimizin yanında, ülkemize ilişkin öngörülerimizin de olması gerekiyor.
2010-2012 dönemine ilişkin Orta Vadeli Ekonomik Plan geçtiğimiz günlerde açıklandı. Bir kısmı iyiniyetli öngörülerin yanında, açıkçası siyasi iktidarın dahi önümüzdeki iki yıllık döneme ilişkin beklentileri olumlu görünmüyor.
Nitekim geçtiğimiz günlerde yapılan elektrik zammı, bu kışın zorlu geçeceğinin habercisi sanki.
Tüm mal ve hizmet üretiminin temel girdisi olan enerjiye yapılan ve daha da yapılması kuvvetle muhtemel bu zam, maliyetlerin artması, dolayısıyla tüketiciye ulaşan mal ve hizmet bedellerinin artışı anlamına geliyor.
İşte bu noktada öngörü yeteneğimizi kullanmak gerekiyor:
İlk ve olmasını tercih edeceğimiz seçenek, mal ve hizmet bedellerinin artmış olmasına rağmen ekonomi yönetiminin halkın ekonomik seviyesinin düşmesini, en azından mevcut konumunu korumasını sağlayacak önlemleri alması. Ancak bütçede son dönemde oluşan yüzde 800 lük açık karşısında, bu seçeneğin gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Hazine kendi cebindeki deliği kapatmanın telaşında iken, toplumun alım gücünün mevcut seviyede kalması için önlem alabilmesi, kaynak aktarması, uzaktan da öte bir olasılık..
Diğer ve ne yazık ki, gerçekleşme olasılığı yüksek senaryoda ise, zaten bir yıldır yaşanan ekonomik kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan ve hatta işsizlik olgusu karşısında alım gücünün sıfır noktasında bulunan toplumun büyük kesimi için satın alma eğiliminde azalma söz konusu olacaktır. Bu da, daha derin bir resesyon veya en azından mevcut resesyondan çıkış olasılığımızın orta vadede dahi gerçekleşmeyeceği anlamına geliyor.
Küçülme, Büyük Olasılık
Yani, tüketici satın alırken daha cimri olacak, zorunluluk dışındaki harcamalarında kesinti yapacak, belki de zorunlu harcama eğilimine dahi kısıt getirecektir.
Bu da reel sektör için kırmızı alarm anlamına geliyor. Talep azlığı üretimi yavaşlatacak, üretimin azalması kapanan işyerleri ve işsizliğin artmasına, yani satın alamayan toplum halinde dönüşmemize yol açacaktır.
Şimdilerde ekranlarda sıkça gördüğümüz “al-ver, ekonomi canlansın” reklâmlarının çıkış noktası da, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız kötü senaryo…
Sorumuzu yeniden soralım; “peki, biz ne yapacağız?”
Aynı gemideyiz.
Ülke olarak üreteni-satanı-tüketeni ile aynı gemide olduğumuz gerçekliğini, önümüzdeki dönemde deniz feneri olarak kabul edecek ve tüm projeksiyonlarımızı buna göre yapacağız.
Yani az geriye gidecek, 2001 krizinde kendisini aynı gemide kabul etmeyenlerin uğramış oldukları trajik sonu hatırlayacağız.
Kriz zamanında “ne koparırsam kârdır” anlayışıyla hareket edip üretiminin kalitesinden ödün verenlerin, acımasız vade farklarıyla sektörde boy gösterenlerin, üretiminin tüketici için vazgeçilmez olduğu yanılgısına düşüp istediği gibi at oynatanların, satış sonrasında bayisini, tüketicisini unutanların bugün gelmiş oldukları noktayı görüp, şimdilerde bu olumsuz yaklaşımdan uzak durarak, işe başlayacağız.
Panik ve endişe ile çok da gerekli olmadığı durumlarda küçülmeyi tercih etmeyeceğiz. Alacağımız küçülme kararlarının, hanelerdeki işsizliğe katkı yapacağını ve hanelerde yaşayanlar arasında yayılacak işsizliğin, işyerimizde ürettiğimiz-sattığımız mal ve hizmetlerin daha az satın alınması sonucunu doğuracağı gerçekliğini unutmayacağız.
Küçülmek yerine, akılcı tasarruf önlemleri ile zor zamanların aktörleri olduğumuzu ortaya koyacağız.
Ve hep birlikte, kriz zamanlarının “kötü adamları”nı hatıra defterimize kaydedip zamanı geldiğinde bu defteri okumaya başlayacağız.
Durum budur efendim…
Haber vere vere gelen küresel kriz nedeniyle bir yıldır tüm dünya, bu “yeni durum”u anlamaya, çözmeye çalışıyor.
Şirket iflâsları, işsizlik, giderek ülke iflâsları noktasına kadar getirdi küresel ekonomiyi. Kimilerince insanlık tarihin tanık olduğu en büyük ekonomik deprem, kimilerince küresel ekonominin mimarisinin yeniden tasarlanması süreci olarak algılanan bu deprem sona erdi mi?
Şimdilerde herkesi sorduğu temel soru bu.
Bu sorunun yanıtını doğru bilenler, özellikle perakende sektörünün aktörleri, önümüzdeki dönemdeki tercihleri nedeniyle rakiplerinden bir, belki de birkaç adım öne çıkacak.
Ama bütün mesele, sorunun yanıtını doğru verebilmekte.
Birkaç ay öncesine giderek, sorunun yanıtını kendimizce aramaya çalışalım.
Nisan ayından itibaren tüm ekonomik göstergelerde hissedilir iyileşmeler başladı. Göstergelerdeki “tepetaklak düşüş”, yerini “düşüş”e bıraktı.
Eh şimdi, “düşüş devam ediyorsa, iyileşme bunun neresinde” diye sormamız hayli yerinde.
Bu sorunun yanıtını ileriki satırlara bırakarak, Nisan ayında başlayan bu gelişme üzerine olan-bitene bakalım:
Başta ABD Başkanı Obama olmak üzere IMF., OECD, Dünya Bankası, FED gibi ekonominin baş aktörlerinden gelen açıklamalar dünyayı rahatlatmışa benziyor. Hatta “krizi bilen adam” olarak anılan Nouriel Roubini’den bile, iyimser açıklamalar gelmeye başladı. “Kriz bitti, dibi gördük, düşüş yavaşladı” tarzında bize yansıyan bu açıklamaların, moralleri yükselttiği bir gerçek…
Ama bizim dikkatimizi çeken bir nokta var; bu açıklama sahiplerinin ifadelerindeki temkinli iyimserlik. Dahası başta Roubini olmak üzere, bir gün basına yansıyan iyimser açıklamaların tekzip edilircesine, ertesi gün aynı ağızlardan “kriz daha geçmedi” söylemleri…
Bakıldığında, bizim medyamıza yansıyan bu iyimser/kötümser açıklamaların aslında, haberi yapan gazetecinin meşrebine, beklentisine göre çevirisinin yapılarak haberleştirildiği gibi vahim bir durum söz konusu.
Ekonominin baş aktörlerinin ağzından çıkacak her sözün borsaları uçuracağı veya yere çakacağı gerçeği nedeniyle bu konumdakilerin söylemlerinin her zaman temkinli olması, satır aralarının dikkatli okunması gerekiyor. Bu durumda da, bu açıklamaların ülkemiz insanına servis yapılması noktasında, servis yapanın kişisel tercihleri bizi de, ülke ekonomisini de olumsuz etkileyebilecek niteliktedir.
Dünyanın Sonu mu Geliyor?
Biz, küresel depremi kötümser yorumlayanlar grubundayız.
Yaşanan, sıradan veya sıradan olmayan bir ekonomik kriz olmak yerine, insanlık tarihinin yazının keşfi, Fransız İhtilâli ve benzeri önemli kırılma noktalarından biri niteliğinde.
Yüzyıllardır süregelen kapitalist ekonomik model yerine, insanlık bu deprem sonrasında dünyanın ekonomik düzenini, ekonomik ilişkilerini yeniden biçimlendirmek, tasarlamak ve açıkçası küresel ekonominin mimarisinin yeniden kurgulamak zorunda.
Bu sürecin bir-iki hatta on yıl sürmesini beklemek de, mümkün değil. Tarihin önemli kırılma noktalarına baktığımızda, sürecin 50-100 yıllık dönemlere yayıldığını görüyoruz. Eğer bizim bu iç karartıcı öngörümüz doğru ise, şimdilerde dünya coğrafyasını paylaşan insanlık önemli bir olaya tanıklık ediyor. Ama tanık oldukları bu olayın sonuçlarını bizler değil, torunlarımızın görmesi kuvvetle muhtemel…
Zor Dönemlerin İnsanı Olmak…
Peki biz ne yapacağız?
Öyle ya da böyle, kriz ortamında yaşamak, kazanmak ve gelişmek, en azından mevcudumuzu korumak zorundayız.
Ama bunun için küresel krize ilişkin öngörülerimizin yanında, ülkemize ilişkin öngörülerimizin de olması gerekiyor.
2010-2012 dönemine ilişkin Orta Vadeli Ekonomik Plan geçtiğimiz günlerde açıklandı. Bir kısmı iyiniyetli öngörülerin yanında, açıkçası siyasi iktidarın dahi önümüzdeki iki yıllık döneme ilişkin beklentileri olumlu görünmüyor.
Nitekim geçtiğimiz günlerde yapılan elektrik zammı, bu kışın zorlu geçeceğinin habercisi sanki.
Tüm mal ve hizmet üretiminin temel girdisi olan enerjiye yapılan ve daha da yapılması kuvvetle muhtemel bu zam, maliyetlerin artması, dolayısıyla tüketiciye ulaşan mal ve hizmet bedellerinin artışı anlamına geliyor.
İşte bu noktada öngörü yeteneğimizi kullanmak gerekiyor:
İlk ve olmasını tercih edeceğimiz seçenek, mal ve hizmet bedellerinin artmış olmasına rağmen ekonomi yönetiminin halkın ekonomik seviyesinin düşmesini, en azından mevcut konumunu korumasını sağlayacak önlemleri alması. Ancak bütçede son dönemde oluşan yüzde 800 lük açık karşısında, bu seçeneğin gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Hazine kendi cebindeki deliği kapatmanın telaşında iken, toplumun alım gücünün mevcut seviyede kalması için önlem alabilmesi, kaynak aktarması, uzaktan da öte bir olasılık..
Diğer ve ne yazık ki, gerçekleşme olasılığı yüksek senaryoda ise, zaten bir yıldır yaşanan ekonomik kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan ve hatta işsizlik olgusu karşısında alım gücünün sıfır noktasında bulunan toplumun büyük kesimi için satın alma eğiliminde azalma söz konusu olacaktır. Bu da, daha derin bir resesyon veya en azından mevcut resesyondan çıkış olasılığımızın orta vadede dahi gerçekleşmeyeceği anlamına geliyor.
Küçülme, Büyük Olasılık
Yani, tüketici satın alırken daha cimri olacak, zorunluluk dışındaki harcamalarında kesinti yapacak, belki de zorunlu harcama eğilimine dahi kısıt getirecektir.
Bu da reel sektör için kırmızı alarm anlamına geliyor. Talep azlığı üretimi yavaşlatacak, üretimin azalması kapanan işyerleri ve işsizliğin artmasına, yani satın alamayan toplum halinde dönüşmemize yol açacaktır.
Şimdilerde ekranlarda sıkça gördüğümüz “al-ver, ekonomi canlansın” reklâmlarının çıkış noktası da, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız kötü senaryo…
Sorumuzu yeniden soralım; “peki, biz ne yapacağız?”
Aynı gemideyiz.
Ülke olarak üreteni-satanı-tüketeni ile aynı gemide olduğumuz gerçekliğini, önümüzdeki dönemde deniz feneri olarak kabul edecek ve tüm projeksiyonlarımızı buna göre yapacağız.
Yani az geriye gidecek, 2001 krizinde kendisini aynı gemide kabul etmeyenlerin uğramış oldukları trajik sonu hatırlayacağız.
Kriz zamanında “ne koparırsam kârdır” anlayışıyla hareket edip üretiminin kalitesinden ödün verenlerin, acımasız vade farklarıyla sektörde boy gösterenlerin, üretiminin tüketici için vazgeçilmez olduğu yanılgısına düşüp istediği gibi at oynatanların, satış sonrasında bayisini, tüketicisini unutanların bugün gelmiş oldukları noktayı görüp, şimdilerde bu olumsuz yaklaşımdan uzak durarak, işe başlayacağız.
Panik ve endişe ile çok da gerekli olmadığı durumlarda küçülmeyi tercih etmeyeceğiz. Alacağımız küçülme kararlarının, hanelerdeki işsizliğe katkı yapacağını ve hanelerde yaşayanlar arasında yayılacak işsizliğin, işyerimizde ürettiğimiz-sattığımız mal ve hizmetlerin daha az satın alınması sonucunu doğuracağı gerçekliğini unutmayacağız.
Küçülmek yerine, akılcı tasarruf önlemleri ile zor zamanların aktörleri olduğumuzu ortaya koyacağız.
Ve hep birlikte, kriz zamanlarının “kötü adamları”nı hatıra defterimize kaydedip zamanı geldiğinde bu defteri okumaya başlayacağız.
Durum budur efendim…