17 Ocak 2016 Pazar

maris'in dişleri 01/17 ocak'16 #filgunlugu

Viyana Filarmoni 1842’de kurulmuş.
Orkestranın özelliği tüm kararlarının üyeleri tarafından alınıyor olması.
Üyeleri Viyana Devlet Operası Orkestrası’nda üç yıl deneme süresini tamamlayanlar arasından belirleniyor.

Ve bu orkestranın 1940’dan bu yana aksatmadan gerçekleştirdiği yeni yıl konseri, her yılın ilk gününde.

Muhteşem bir salonda, Strauss ailesinin eserlerinin ağırlıkta olduğu polkalar, ufak bir bale gösterisi ve Avrupa’nın asilzadeleri, jet sosyetesinin doldurduğu salonun alkışlarıyla eşlik ettiği Kaiser-Walzer ile müthiş final.

Biletleri 2 Ocak-28 Şubat arası satılır ve bu tarihte bileti satın alabilen şanslı sanatseverler onbir ay sonraki konseri canlı izleyebiliyor.

Ama konser doksan ülkede konser canlı veriliyor.
TRT de yaklaşık yirmi yıldır yayınlar.
Benim için de yılın ilk günü klasiği.

Bu yıl Maris Janson şef olarak sahne aldı.
Olağanüstü, sıcak bir konser.
Tek sorun Janson’un takma olduğu hissine kapıldığım ön dişleri oldu.
…..

Geçen seferki yeni anayasa girişimi, bir çok açıdan hayalkırıklığı oldu, özellikle toplumun sürece katılımı anlamında.
TBMM Anayasa Komisyonu sivil toplumdan görüş almaya çalıştı. Ancak hem görüş alma yöntemi, hem de katılım bakımından beklenen olmadı.

2016 Anayasa yılı olacağa benziyor.
Anayasa üzerine okumalara zaman ayırmak gerek.
Bilmiyorsak, müdahil olamayız.

En önemli paradoks başkanlık sistemi.
“Seni başkan yaptırmayacağız” sözünün, 7 Haziran’daki sonucunu biliyoruz, HDP oylarındaki artış.
Ancak “O’nu başkan yaptırmamak” sadece Kürtlere ihale edilmiş bir iş midir?
…..

Şehitler ölmez.
Amenna.

Siviller şehit olmaz.
Onlar sadece ölür.
…..

Şiddet, şiddeti doğuruyor.
Net.
…..

Ülkede işler yolunda gitmediğinde, merak edenler aynaya baksınlar.
İlk nedeni orada görecekler.
…..

90’lı yıllardı.
Kimileri düşündüğü ve düşündüğünü söylediği için “TCK. 312. madde”den yargılanıp ceza alıyor ve hapse atılıyordu.
Eleştirinin, muhalefet etmenin önünde karabasanların olduğu, sisteme dair “bir şey diyen” için başına neler gelebileceğinin meçhul olduğu zamanlardı.

O dönem, bir şeyler yapmak adına açıkladığı düşünceleri nedeniyle yargılanan ve ceza alan kişiler için sivil itaatsizlik eylemleri yapılıyordu. Amaç, o dönemin TCK. 312. maddesi nedeniyle bu özgürlüğün tepesinde sallanan Demokles’in kılıcının yok edilmesiydi.

Birkaç eyleme ben de katılmış, hatta Murat Bozlak, Hasan Celal Güzel, Necmettin Erbakan ve birkaç kişi için yapılan ve onbinlerce imzanın toplandığı bir kampanyayı da yürütenler arasında yer almıştım.
Şimdinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yaşar Kemal ve daha niceleri için kendimizi Savcılığa ihbar edip düşündüğünü açıkladığı için yargılanan kimselerin suçuna iştirak ettiğimizi açıklıyor ve yargılanmak istiyorduk. Çıkış noktası Voltaire idi; “Düşüncelerinizi hiçbirine katılmıyorum, ama bunu özgürce ifade edebilme hakkınızı sonuna kadar destekliyorum. Çabalar sonuç verdi ve 2002’den sonra, düşünceyi açıklama özgürlüğünün önündeki engeller kaldırıldı.

Yazık ki, dönüp dolaşıp yıllar sonra aynı yere geldik.
Şimdi, 1128 hain edindik.
Bu kadar sayıda akademisyen bir bildiri açıkladı.
Ne yabancı işbirlikleri kaldı, ne de vatan hainlikleri.
Savcılık soruşturma açtı, bildiride imzası olanlar evlerinden alınıp ifadeleri alındı. Bir kaçı üniversitelerinden kovuldu, kimilerinin kapıları “X” ile işaretlendi, dahası adı çetecilikle anılan birisi tarafından “kanlarının oluk oluk akıtılacağı ve akan kanlardan duş alınacağı” açıklandı.
Ve işin trajik yanı, bütün bu ateşin fitili, kendisi de düşüncesini açıkladığı için hapis yatan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından tutuşturuldu.

Metni okudum.
Sorunlu bir metin.
Ancak evrensel kurallar ve anlayış açık; içeriğine katılmasam da, şiddete çağrı veya nefret suçu içermeyen her düşünce açıklamasının özgürce açıklanabilmesinin yanındayım.
Kavgam budur.
Bu bildirinin altına imzamı atıp kendimi Savcılığa ihbar edip yargılanma isteminde bulunacağım.
Yani kavgamı vereceğim.
…..

Akademisyen tartışmasına denk geldi, “Ne ders Olsa Veririz Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü” elimde. (“Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı)
Bildiri sonrası Vakıf üniversitelerindeki kovulma öyküleri ışığında okumaya başladım.
Kitap “vakıf üniversitesi” saçmalığından (ya da ticarileşen sözde vakıf üniversitesinden) yola çıkmış. Akademisyen emeğinin yani vasıflı emeğin değersizleşmesine, güvencesizleştirilmesine göz atıyor.

Vakıf üniversiteleri.
YÖK’ün sitesine baktım; şu anda 193 üniversite var. Bunların 109’u devlet, kalanı vakıf üniversitesi.
İlk üniversite 1933’de açılmış.
İlk vakıf üniversitesi de, 1992’de.
İlk zamanlar vakıf üniversitelerinin açılması çok yavaş. 2000’lerden sonra yağmur gibi üniversite kuruluş izinleri verilmeye başlanıyor.


Ve şimdi, bunca vakıf üniversitesinin “sözde” üniversite olduğuna ilişkin saptamalar; “ “Sözde” dememizin nedeni, bu kurumların çoğunun ismen “vakıf” üniversitesi olmasına rağmen, bir vakıftan farklı olarak kamu yararından önce ve had safhada kâr amacı gütmeleri ve dahası üniversiteden sağlanan kârı, üniversite sahiplerinin diğer sektörlerdeki yatırımlarına aktardıklarının düşünülmesidir.” (“Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici Yalçın, İletişim, İstanbul, 2015, 3. Baskı, Sayfa 22/dn.7)

#filgunlugu
Bütünü için tıklayın

Hiç yorum yok: