15 Kasım 2015 Pazar

hitler’i madara etmek 09/15 kasım’15 #filgunlugu

1980’de Almanya’da, daha doğrusu Federal Almanya’daydım.
Güzergâhın bir yeri Batı/Doğu Berlin’den geçiyordu.
Gezinin en ilginç ve sarsıcı durağıydı.

Henüz 17 yaşındaydım.
Türkiye’de “12 Eylül’e ramak kala” günleri yaşanıyordu.
Yeterince politize olmamıştım belki, ama “sağ ve sol” ikilemi üzerinde genç fikirlerim vardı.
Ben ve genç fikirlerim, 1980’nin Temmuz’unda Berlin’deydi.

Kentin ortasından geçen metrelerce bir duvar.
Kentin batısında, o güne dek gördüğüm hiçbir Alman kentinde olmayan ışık, eğlence, dinamizm.
Doğusunda, eski-püskü otomobiller, mutsuz insan yüzleri, heyecansız adımların atıldığı karanlık caddeler.
Kentin batısı, alabildiğine “işte komünizm budur” dedirtmek için rengârenk inşa edilmiş, yaşam en üst düzeyde “canlı” tasarlanmış.
Ortasından duvar geçen kent.
1989’da yıkıldı o duvar.

Yıkıldı ve sonra dünya daha mı güzel oldu?
…..

Ülkede medya özgürlüğü sorunu var.
Hangi taraftan bakarsak bakalım, iktidar yanlısı da, muhalif de olsak, bu gerçeği yok sayabilmek olanaklı değil.
Kayyum, uydudan çıkartma, medya üzerindeki psikolojik baskı, işten atma, otokontrol refleksinin yerleşmesi…

Medya neden önemli?
“Basın ve polis örgütü üzerinde mutlak denetiminiz varsa, yüz milyonlarca insanın anılarını yeniden yazmak olasıdır. Bu iş hemen her zaman, güçlülerin iktidardaki gücünü arttırmak; ulusal liderlerin kendini beğenmişliklerine, büyüklük sabuklamalarına, paranoyalarına hizmet etmek için yapılır. Böylelikle hata düzeltme mekanizmasına taş konulmuş, halkın büyük siyasi hatalara ilişkin anıları silinmiş ve bu hataların yinelenmesi garanti edilmiş olur.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 419)

Toplumlar açıklık istiyor, özgürlük istiyor.
Kimi zaman bu istek seçim sonuçlarına yansımasa da, uzun erimli bakıldığında, hiçbir toplumun tek sesli bir medyaya razı gelmediği açık. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

Örneğin; İkinci Dünya Savaşı sürecinde, Almanların işgal ettiği topraklarda ilk yaptıkları işlerden biri gazete ve radyolara elkoymaktı. Elkonulan medya organları sadece Nazi propagandası yapabiliyorlardı.

Ancak bu uygulamaya her ülkede direniş gösterildi.
Danimarka’da direniş hareketleri tarafından 400’den fazla yasak, muhalif yayın basıldı. Bu eylemi yapanlar Gestapo tarafından ya infaz edildi ya da Nazi kamplarında yaşamlarını yitirdiler. Ancak bu eylemlilik savaş sonuna kadar devam etti.

İlginç bir eylem de Belçika’da yapılmış.
Naziler işgalin ardından ülkenin 300 bin tirajlı Le Soir gazetesine elkoyarlar. Başına işbirlikçi iki gazetecinin getirildiği gazetede, artık Nazi propagandası dışında hiçbir haber yer almaz.

Belçika direniş hareketi muhalif yayınlar hazırlayıp dağıtmayı başarsa da, ulaşabildikleri insan sayısı sınırlı kalır. Bunun üzerine Nazilerin elkoyduğu Le Soir gazetesinin mizanpajının aynı olduğu basımı yapılır. İsmi Le Faux (Sahte) Soir olan gazetede, Naziler ve Hitler ile alay eden haberler yer alır. Gerçek Le Soir’den önce bayilere dağıtılan Le Faux Soir 50 bin kişiye ulaşır.

Özgürlüklerin önündeki bariyerlerin ezelden ebede kalması olanaklı değil.
Yeter ki, Le Faux Soir’ı basıp yayarak matbaa sahibi Wellens, baskı kalıplarını çalan Mullier ve yayını koordine eden Aubrion ve onbeş arkadaşı gibi sonunda Nazi kamplarında yaşamlarını yitirmeyi göze alabilecek devrimciler olsun..
…..

Ve ateş Fransa’ya düştü.
İnsanlık her yerde ölüyor.
…..

Yine Carl Sagan’a döneceğim.
Kitapta olağanüstü bir sivil dayanışma örneği anlatılmış.
Yazarın kızının da gittiği ilkokul, New York/Ithaca’da. Yoksul ve etnik çeşitliliğin hâkim olduğu bir kent.

Okuldaki iki fen öğretmeni Levin ve Levine, çocuklara bilimsel eğitim verebilmek için 1960’lardan başlayarak, evde bulunur kimyasal maddeler ve benzeri diğer eşyalarla dolu portatif kütüphane arabalarıyla okula düzenli geziler yapmışlar, çocuklara bilimi tanıtmaya çalışmışlar.

Sonra bu iki öğretmen 1983 yılında yerel gazeteye ilan vererek çevre sakinlerini, çocukların eğitimindeki kalitesizliği konuşmak üzere davet ediyorlar. “Toplantıya elli kişi geldi. Sciencenter’ın (Bilim Merkezi) ilk yönetim kurulu da bu elli kişilik gruptan çıktı. İlk bir yıl boş bir işhanının ilk katını sergi alanı olarak kullandılar. Ama mal sahibi kiracı bulunca, iribaşları ve ve turnusol kâğıtlarını yüklenip boş bir depoya taşınmaları gerekti.”

Mekânsız kalan Bilim Merkezi için kentte terk edilmiş bir arsa satın alınır. Yörede doğmuş ve yaratıcı oyun tasarımlarıyla ünlü bir mimar bir proje çizerek ilk bağışı yapmış. Ardından Ulusal İnşaatçılar Derneği’nden çeşitli malzemelerin ücretsiz alınması sağlanmış.

Ve sonra; “İnşaata başlamadan önce arsadaki bazı eski tulumbaların sökülmesi … (için) Cornell derneklerinden birinin üyeleri gönüllü oldular. … İki gün içinde, 200 ton moloz çıkardılar. Ardından … yöredeki duvarcılar, doktorlar, marangozlar, üniversite profesörleri, tesisatçılar, çiftçiler, kısaca yediden yetmişe herkes kolları sıvayıp Sciencenter’ı inşa etmeye koyuldu. … Haftada yedi günlük çalışma çizelgesi (uygulandı). Herkese bir iş verildi. Bu projeye 2200 kent sakini, 40.000 saatten fazla zaman bağışlamış oldu. İnşaatın yüzde 10’luk kısmı hafif suçlardan hüküm giymiş kişilerce yapıldı. … On ay sonra Ithaca, dünyada çevre sakinlerince yapılmış ilk bilim müzesinin sahibi oldu.” (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Carl Sagan, Çev. Miyase Göktepeli, TÜBİTAK, Ankara, 2010, 19. Bası, s. 354-355)

Bir araya gelince, aşılamayacak engel, sorun ve hatta diktatör yok.
Sorun, bir araya gelebilmekte…

#filgunlugu
Bütünü için tıklayınız

Hiç yorum yok: